Pınar Selek
Pınar Selek'in Yazıları


Pinar Selek - BiaNet - 14/02/2024
Toplu intihardan çıkmak ve başka bir yola girmek çok zor. Yani imkansız değil. Sadece bilmeliyiz ki bu katmerli hastalık biraz bal ve limonla tedavi edilemez. Zor olan, karmaşık süreçleri anlamak ve çıkış yollarını buna göre aramak.
devamı...

Pınar Selek / 12 Mart 2019 / https://blogs.mediapart.fr
Bu 8 Mart'ta, Tunus'ta, Tunuslu, Cezayirli, Malili, Senegalli, Filistinli diğer birçok feministle beraber, etkileyici ve kolektif bir eylemin parçasıydım. Şahidim. Tüm zorluklara rağmen devrim devam ediyor, feministlerin elleri dümende. Yakın Doğu ve Afrika'daki feministlerle birleşerek devrimlerini uluslarötesi bir boyuta taşıyorlar.
devamı...

Pınar Selek, Amargi Feminist Dergi-23. Sayı
O doğduğunda daha bir buçuk yaşındaymışım. Gelmeden annem beni hazırlamış. Mayıs ayında doğacağını bildiğinden, bana “Anneler gününde hediye bekliyorum senden” diye tekrarlamaya başlamış. Erken konuşmaya başlamışım, ama hediye ne demek, nasıl alınır, bir türlü anlamamışım herhalde. Seyda’nın doğumu yaklaştıkça annem bana hediyeler vermiş, bak şu kadar zaman sonra sen de bana bir şey vereceksin demiş. Tarihleri aklımda tutamayacak kadar küçükmüşüm ama doğum yaklaştıkça annemin tekrarları çoğalmış. Sonra… Seyda gerçekten anneler gününde doğmuş. Masal gibi. Sonra beni hastaneye getirmişler, annemin üzerine bırakmışlar. Yanında bir bebek. Annem beni tutmuş ve tatlı sert bir ifadeyle sormuş: “Aldın mı hediyeni? Bugün anneler günü.” Ben çaresiz bir ifadeyle ve utançla bakmışım. Sonra tutmuş beni, sarılmış : “Bu sefer ben sana bir hediye aldım. Ömür boyu saklayacaksın onu. Ama bundan sonra her anneler gününde sen bana hediye alacaksın” demiş ve Seyda’yı bana uzatmış. Onun, benim en büyük hayat mükafatı olacağını anlamış gibi sevinçten çığlık atmışım. Yıllar, annemin üzerimize saldığı büyüyü azalacağına çoğalttı. Emek yaptı bunu. Emek. Biliyorum ki, sevgi emektir sözü çok gerçek.
devamı...

Pınar Selek - Radikal 2 - 27/02/2011
Nevin Berktaş, Türkiye'yi AİHM'de mahkum ettirdi ve yazdığı kitap yüzünden hâlâ cezaevinde. Bir ülkeyi mahkeme ve cezaevlerinden okumak mümkün. Vitrinde ne olursa olsun, kostümsüz hakikat, cezalandırma kurumlarında dikilir, bakar gözlerimize. Biz onu her zaman görmeyiz ama. Çünkü mahkemeye düşmek, hele hapse düşmek hemen mesafesini uzatır önümüze. Uzaklaşır, uzaklaşırız. Uzakta onbinlerce insan var. Onbinlerce siyasi tutuklu. Çünkü Türkiye’de hâlâ, demokrasi mücadelesinin en yoğun hesaplaşması mahkeme salonlarında oluyor. “12 Eylül devam ediyor, o halde...” Yok, aman bu sözümü geri aldım. Yoksa yazar Nevin Berktaş gibi tutuklanırım.
devamı...

Pınar Selek
“Felsefe sıla özlemidir. İnsanın kendisini her yerde evinde hissetme isteğidir. “Novalis KEHRE Çocukluğumdan beri, evimi sevdim. O evin içindeki duyguyu, kendi başıma kalış-demleniş halini, güvendiğim, büyük aşk duyduğum insanlarla başbaşa kalmayı, birlikte yemek hazırlamayı, dünya ve bizim hakkımızda konuşmayı, benim için önemli olan anıları, nesneleri çıkarıp onlara bakmayı, sonra hazırlanmayı, bedenimi ve ruhumu bir sonraki güne hazırlamayı sevdim.
devamı...

Pinar Selek
Ekolojist feministler, anti militarist feministler, sosyalist feministler, anarşist feministler… Bunların yanında sadece feminist olmak, biraz çıplak mı duruyor? Kendi feminizmimi diğerlerinden ayırmak için illa bir ek mi koymalıyım başına? Ekolojistim ama kendime eko-feminist demiyorum. Çünkü benim feminizmim, doğa üzerindeki insan tahakkümünü sorgulamamda yardımcı oluyor. Anti militarizm, ekoloji, anti kapitalizm, anti heteroseksizm… bunları feminizmim başına ek olarak yerleştirsem, uzun bir paragraf olur… Biz Amargi yayın kurulunda, buna “akrobatik feminizm” diyoruz… Böyle deyip paragrafı kısaltmak mümkün belki.
devamı...
Pınar Selek

18.10.2009
Umarım Heinrich Böll’ü siz benden fazla tanırsınız. Ben, pek çok Türkiyeli gibi, bu güzel adamı tiyatrolarda da seyrettigimiz Katherina Blum'un Çiğnenen Onuru hikayesiyle tanıyordum. Türkiye'de benzer o kadar çok insanın onuru çiğneniyor ki hiç unutmamıştım bu eseri. Ama Böll ile karşılaşınca cehaletimden utandım. Hem romanlarına, hikâyelerine... hem de bir sanat eseri gibi işlediği hayatına yabancı olduğum için. Nobel ödüllü yazar Heinrich Böll, İkinci Dünya Savaşı sonrası Alman edebiyatı, politikası, toplumsal hayatı üzerine mucizevi bir etki yapmış bir insan. Evet, “bir yazar” demiyorum çünkü yazarlığı kadar, hatta daha da çok insanlığıyla sevdirmiş kendini. Yarattığı sevgiyle de etkilemiş. (Radikal 2)
devamı...
Son derece kişisel bir yazı yazıyorum. Neredeyse yıllardır evirip çevirdiğim sorularımı paylaşmak için. Politikaya, özgürlüğe, mutluluğa, varoluşuma ilişkin sorularımı... Kendimi bildim bileli, politik olarak tanımlanabilecek bir ortam içindeyim. Adalet ve özgürlük mücadelesinin, çeşitli acılarla da olsa nasıl yürütüldüğüne, bu mücadele içinde varolunabildiğine, ayakta kalınabildiğine yakından tanık oldum. devamı...
2006’nın sonlarında, El Fem, Avrupa çapında bir şiddet konferansı düzenledi. İtalya’da düzenlenen ve çeşitli ülkelerden birçok feminist aktivistin ve kadın siyasetçinin katıldığı konferans, Türkiye’de pek duyulmadı. Avrupa kadın hareketi ve sola dair çok şey söyleyen bu konferans, mağduriyetle kurduğumuz ilişkiye dair, kaba da olsa bir fotoğraf veriyor diye, yazıma onunla başladım. Konferansın amacı, şiddete karşı uluslararası bir kampanya planı çıkarmaktı. Bunun için şiddete ortak bakışın geliştirilmesi, kampanya için öncelikli konuların belirlenmesi hedefleniyordu. Ama konferanstan böyle bir sonuç çıkmadı. devamı...

Pınar Selek
"Savaşı aşmak için feminizme ihtiyaç vardır. Patriarka-millet-militarizm arasındaki ilişkileri gösteren, söylemi sorgulayan, savaşın yarattığı mitleri sarsan feminist analiz, şiddeti bütünlüklü görmek açısından iyi bir çıkış noktasıdır"
devamı...
Yıllar önce bir dergide okumuştum. Adını unuttuğum bir gezgin fotoğrafçı anlatıyordu. Tibet dağlarındaki “ilgi çekici” hayatı fotoğraflamış, aynı zamanda bunları öykülemişti. Öykülerinden biri Miau’lara aitti. Öyle bir öykü ki fotoğrafçının tüm “macerasını”, belki de bizim “maceramızı” tersine çeviriyor. Miau’lar yaklaşık 30 bin kişilik bir kabile. Yaz kış dağda yaşıyorlar. Büyük çadırları ve kışlık konutları var. Tarım yapıyorlar. Ama nasıl? Kadın erkek, gün ağarmadan iki saat önce uyanıp süslenmeye başlıyorlar. Rengârenk giysilerle donanıyorlar. devamı...
Pinar Selek ; 31.07.2003
Dans ces compositions, le ministre interdit formellement l'utilisation de certaines formules, comme " les Turcs ont pu tuer des Arméniens " et demande qu'elles soient remplacées par d'autres, présentant ces faits comme une nécessité face aux " massacres perpétrés par les Arméniens ". Face à cette initiative inique du Ministre, Pinar Selek, (voir l'encadré en page 4) a choisi l'humour noir qu'elle manipule si bien dans ces articles mordants. Elle s'est mise à la place d'une élève de primaire pour écrire la composition suivante.
devamı...
İnsan aklının işleyiş biçimi, kendisini saran ve oluşturan gerçekliği ele alırken sahip olduğu bakış açısı, verileri soyutlamalara, teorilere, çıkarsamalara ya da yasalara dönüştürürken uyguladığı yöntem, insanın, kendisi dışındaki varlıklarla kurduğu ilişki düzeyinin bir yansımasıdır. İnsanın dünyayı nasıl yorumladığıyla onunla nasıl ilişkilendiği arasında bir zihniyet ortaklığı vardır. devamı...
Hayatını cesaretli adımlarla güzelleştirmek isteyenler kimlerden güç alır? Sadece şairler, ressamlar, müzisyenler değil, hayatı yeniden üretmek isteyen insan, yaşamını bir sanat eserine dönüştürmek isteyen insan, gücünü nereden alır? Toplumun desteğinden mi? Her zaman değil. Tersine, toplumsal beğeni, bir insan açısından temel motivasyonsa, sürekli hakim kabul ölçülerine göre davranır ve başkalarına göre şekillenir, ortamın beğeni ve ihtiyaçlarını karşılamak uğruna tükenir gider. devamı...
Sana ne yazayım Camille? Nereden başlayayım? Nasıl anlatayım? Rodin sergisinin ilk ilanını gördüğümde, gözlerimi kapattım. Önce ne düşümdüm bilmiyorum. Sonra hemen sana sarıldım. Seninle ilgili yıllar önce aldığım notlara, seni anlatan kitaplara ve heykellerinin fotoğraflarına... İlk açtığım sayfada, yıllar önce akıl hastanesinden yazdığın mektubun bir cümlesini okudum:“Hayatımı böyle bir yerde bitirmek için yapacaklarımın hepsini yapmadım (...) devamı...
Atilla Olgaç’ın son oyununu hepimiz seyrettik: “Kıbrıs Barış Harekatı sırasında biri 19 yaşında elleri bağlı esir olmak üzere, 10 Rum’u öldürdüm!“ Ortalık ayağa kalktı tabii... İnsanların belleğinde sıcaklığını koruyan acılar, eski bir Türk “askerinin” ağzından doğrulanınca adalet kapısının önü doldu taştı... Türkiye köşeye sıkıştı. Sonra, büyük ağabeylerinden azar işiten ve hizaya çekilen Atilla Olgaç, anlattıklarının gerçek değil, bir senaryo olduğunu “itiraf etti.” devamı...
Özgürlük karmaşık bir sorundur. İnsan, binyıllardır özgürlüğü arar, bulamaz. Yolunu dolaysızca çizemez. Tanımını kolayca oluşturamaz. Bir yanıyla, kendini gerçekleştirme, bedensel ve düşünsel enerjiyi, yaratıcılığı, eyleme yetisini büyütme olarak ele alınan özgürleşme, varlığın belirleyicilik gücünün gelişmesi, ilişki kurduğu tüm öznelerin, evrenin, yaşamın hakikatine vakıf olması, görünen ya da görünmeyen iktidar ilişkilerini çözebilmesi ve buna göre kendi varlığına ilişkin seçim yapabilme kapasitesinin gelişmesi olarak da tanımlanır. devamı...
Hukuki dilde adı “savunma” olan bu metni çeşitli suçlamalara karşı kendimi savunmak için değil, uzun süredir yaşadığım kuşatılmaya karşı onurumu, kişiliğimi, hayatla kurduğum ilişkiyi ve özgürlük arayışımı nasıl savunduğumu anlatmak için size sunuyorum. Evet, Mısır Çarşısı komplosu beni kuşattığından beri ben bir savunma halindeyim. Şimdi size kısaca neyi nasıl savunduğumu anlatmaya çalışacağım. devamı...
Gitmek… Nasıl güçlü bir sözcük… Devrimi çağrıştırıyor. Kurtulmayı, açılmayı, çıkmayı… Ama her zaman öyle mi? Kaçmayı ya da kaçamamayı yaşamıyor mu gidenler? “Gitmek” filmini de benzeri çağrışımlarla izledim. Hüseyin Karabey’in yönettiği ve senaryosunu Ayça Damgacı ile birlikte yazdığı “Gitmek”, bir aşk hikayesi boyunca, savaşın, yoksulluğun, yabancılaşmanın içine sıkışmış insanların ortak hikayesini anlatıyor. Hep birlikte görüyoruz ki Hama Ali ve Ayça’nın trajedisi, kadınlığın, insanlığın, coğrafyanın trajedisinin sadece bir parçası... devamı...
Bu coğrafyada yirmi yıldır kök salan feminist mücadele tarihinin filizlerini her yerde görüyoruz artık. Ticaret, siyaset, sanat ya da bilim alanında, kimse kadını yok sayarak adım atamayacağının farkında. Cinsiyet sorunu görülmese bile, her yerde kadına dair bir söz, diyelim bir övgü ya da bir dayanışma mesajı hatta gösterisi görüyoruz. Bunları arka arkaya her gün yaşıyoruz. Artık kadınlar gündemde... devamı...
Tarifi zor bir çaresizlik içindeyiz… Hrant’tan sonra gündemler nasıl üst üste bindi… Hiç bir şey yapamadık. Onu kaybettiğimizle kaldık. Biz ne söylersek söyleyelim şiddet büyüyor. Zihinsel sınıra tosluyoruz. Egoizme, sevgisizliğe, değersizliğe, duyarsızlığa tosluyoruz. devamı...
Çocukken de inanırdım, şimdi de masallara inanıyorum. Bazı insanlar masal kahramanıdır. Hayallerini hayatlara akıtırlar ve kendi masallarını yaşarken çevrelerine tılsımlı bir ışık yayarlar. Gelişleri de, gidişleri de masaldır. Bıraktıkları izler de.. Hayatımda bazı kadınların izlerini hep hissettim. Bunların başında annem geliyordu tartışmasız olarak. Nazife Cemgil, Behice Boran çocukluğumun ışıklarıydılar. Ve yüzünü bile görmediğim, hep anlatılardan dinlediğim Sabiha Sertel ve Camille Claudel. devamı...
“Kayıp Söz”ü bir solukta okudum. Okurken bildiğim, tanıdığım, izlediğim hayat konuştu. İletişim kuramadıklarım konuştu. Düşlerim, isyanım, vicdanım konuştu. Böyle konuşkan bir roman yazmış işte Oya Baydar… devamı...
Herkes aynı fotoğraftan aynı şeyi görmez… Anılar, yaşanmışlıklar, deneyimler farklı farklıdır çünkü… Darbelerle, komplolarla kirlenmiş tarihin içinde yaşayan yurttaşlar olarak, Ergenekon operasyonuna bakınca neler görüyoruz?. devamı...
“Ah kardeşim… Nerede o eski domatesler… Kavunlar mis gibi kokardı. Şimdi biberin acısı bile değişti. Hep hormon yiyoruz. Bir şey değil, vücudumuz şişecek…” Siyaset için tam böyle konuşamıyoruz tabii. “Ah, ah… Nerede o eski siyaset” diyemiyoruz. Egemen siyaset dünyası, ezelden beri, tarifsiz bir şiddet arenasıydı. İktidar kapışmalarının sahasıydı. Darbeler, müdahaleler, yalanlar, cinayetler alanıydı. Toplumun hep uzak durduğu, maskeli oyuncuların doldurduğu bir sahneydi. devamı...
Ağır zamanlardan geçiyoruz. Bunca yıldır biriktirdiğimiz tüm güzel şeylerin tuzla buz olduğu, ektiğimiz çiçeklerin parçalandığı zamanlardan. Nefes alacak hava, temizlenecek suyumuz da kısıtlı. Ölümle de değil, yaşamla boğuşuyoruz. Mide bulandırıcı parazitleri tenimizde, göz akımızda hissediyoruz. devamı...
Savaşın, tarih boyunca çeşitli tanımları oldu. Barış mücadeleleri de bu tanımlara bağlı olarak şekillendi. Din, toplumsal kurtuluş, milli güvenlik ya da terörle mücadele adına meşrulaşan savaşlara karşı çeşitli mücadeleler yürütüldü. Kadınlar, bu mücadeleler içinde, yeteri kadar görünmeseler bile zaman zaman öne çıktılar. Ancak ne kadınlar ne de silahsız-otoritesiz-sermayesiz diğer toplumsal gruplar, bu savaşların bitirilmesinde belirleyici bir konuma sahip oldular. Böylece silahların biri sustu, biri başladı. devamı...
Eskiden yoksulluktan bahsedilirdi… “Ekmek, İş, Aş” sloganlarına alışıktı bu toplum, bu dünya…
Yazarlar yoksulluktan bahsederdi, sanatçıların çığlıkları çınlardı kulaklarımızda…
devamı...
Hayatta güzel şeyler de oluyor… Ama ortalık acıya kesmişken, insan güzelliklerden bahsederken zorlanıyor. Şiddet, zaten soğuktan donmuş bu zamanları iyice dondurdu. Bu şiddeti durdurmaya gücümüz yetmez diye mi, korkudan mı, bilmiyorum... Ama kıpırdamıyoruz. Yazımda bunlardan bahsedebilirim. Ya da Şemdinli sanıklarının tahliyesinin ne demek olduğundan… Bu yazı, Susurluk sonrası sesini yükselten muhalefetin neden şimdi suskun olduğunu soran bir şikâyet metni de olabilir. devamı...
Kabadayılığı ve kuvvetin konuştuğu yerde herkese susmak düşer, değil mi? Hakiki olman, haklı olman, yaşamın güzelliğini taşıman bir anlam ifade etmez değil mi gücün gerçekliği karşısında? Evet mi? Şiddet bir kere konuşmaya başladı mı çevresindeki tüm renkleri siliyor, sesleri susturuyor, değil mi? Gittikçe büyüyen uğultunun içinde, kalabalıklar nasıl da şiddete dönüyor? devamı...
Su Kirlendi...(2002)
Bundan 55 yıl önce, Behice Boran ve Adnan Cemgil, Barış Derneği'ni kurarak Türkiye'nin Kore'ye asker göndermesine muhalefet ettikleri suçlamasıyla "vatana ihanetten" yargılandılar. Bu tür abuk sabukluklara alışığız biz. Gülümsediğinizi ve "bu da bir şey mi" diye mırıldandığınızı görür gibiyim. Söz konusu mahkemenin gerekçeli hükmünde şöyle diyordu:...
devamı...
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Mahkeme Süreci Court Process