Pınar Selek
Politika Hayatta!
Son derece kişisel bir yazı yazıyorum. Neredeyse yıllardır evirip çevirdiğim sorularımı paylaşmak için. Politikaya, özgürlüğe, mutluluğa, varoluşuma ilişkin sorularımı...
Kendimi bildim bileli, politik olarak tanımlanabilecek bir ortam içindeyim. Adalet ve özgürlük mücadelesinin, çeşitli acılarla da olsa nasıl yürütüldüğüne, bu mücadele içinde varolunabildiğine, ayakta kalınabildiğine yakından tanık oldum. Büyüdükçe, yaşadığım sorunları, birçok insan gibi beni de kısıtlayan zincirleri kırmak ya da aşmak için, politik mücadele içine girdim. Bu deneyim içinde bazen sürüklendim, bazen eyledim, kimi vakit özne olma deneyimini yaşadım ve şimdi olduğu gibi, çoğu zaman da sorguladım. Hele ölümle en az bir kez tanıştıktan ve yaşamın hakikati karşısında ürperdikten sonra tüm varoluşunu, varoluş arayışını, ‘özneliğini’ ister istemez sorguluyorsun... İçine düştüğümüz, sonra çocuksu bir hayretle keşfettiğimiz hayat içinde sürüklenmemek için.
Şiirleri, şarkıları, okuduğumuz romanları ya da bizi zulme ve adaletsizliğe karşı başkaldırmaya yönelten ilk heyecanları düşünüyorum. Başkaldırı içinde yanyana gelişimizi, birlikte yapılan işleri, eylemleri, tartışmaları ve örgütlenmemizi... Heyecanla, şiirle, müzikle baktığımda tüm bunlar bana güç veriyor. Varoluş gücü, yaşam heyecanı... Ama ben bu tablonun içindeyim. Ve içerden baktıkça başka şeyler de görüyorum. Bildiğiniz şeyler işte: Alışkanlıklar, sürüklenmeler, hazır ilişki kalıpları, iktidar mücadeleleri, yabancılaşılan ilişkiler, teknikleşen çalışmalar, bunalan insanlar, mutsuzluklar... “Neden?” diye soruyorum. Neden dışardan baktığımızda heyecanlandığımız tablo, içindeyken her zaman aynı hissi yaratmıyor? Politika yapan özne sürüklenir mi? Teknik zorunluluklardan, alışkanlıklardan bunalır mı? O zaman yapılan politika mıdır?
Bu sorulardan esas soruya varıyorum: Neden “politika” yapıyoruz?  Bu soruya nasıl yanıt verdiğimiz çok önemli.  Şöyle diyebiliriz: Zulme tanık olarak başka türlü yapamayacağımız için. Adalete, özgürlüğe, mutluluğa yaklaşmak için. Yaşamı güzelleştirmek için. Kısacık hayatımızda anlamlı, kendimizi iyi hissetmemizi sağlayan bir şeyler yapmak için.
Aristo ‘Bütün insanlar mutluluk arar’ demiş. ” Gelgelelim, insanın mutluluk arzusu bütün dünya ile çatışma halindedir”[1]  Yoksunlukları, adaletsizlikleri, şiddeti keşfettikçe kendi kendimize soruyoruz: “Mutluluk mümkün mü?” Kimimiz bu soruya olumsuz yanıt verip boyun eğerken kimimiz mutluluk için mücadele ediyoruz. Nasıl? Dünyayı nasıl gördüğümüze, sorunları nasıl tanımladığımıza göre farklı yollar çiziyoruz kendimize. Çok para kazanıp, çok güçlü olup egemenliğin imkânlarından yararlanmak da bir yol, aza tahammül edip şükretmek de... Bir de kısacık varoluş macerasını güzel yaşamak için adalet ve özgürlük ihtiyacını görenler ve bunun için politika yapanlar var. Başkalarını kurtarmak için değil, dediğim gibi mutlu olmak için, herkesinkiyle derinden ve karmaşık bağlara sahip hayatını değiştirmek için, kolektif bir eylemlilik içinde varolanlar...
“Arendt’e göre politik varoluş, veri olan halden çıkılması, içine doğulan niteliğin değil, kurulan, edinilen bir niteliğin yaratılması demek...”[2]  Politika eğer, Arendt’in tanımladığı gibi insan özgürlüğünün açığa vuruluşu ise, politika yaparken hayatımızı yeniden kuruyoruz, kendi hikayemizin ya da masalımızın yazarı oluyoruz. Yani ne yaptığın ya da neyin içinde olduğundan çok, buradaki varoluş biçimin, varlık durumunun kendini ortaya koyuşu önemli. O halde, politika varoluşsal bir eylem. İnsanın kendi varoluşunu kurduğu bir eylem.  Ama bu eylemin varlık durumumuz içindeki anlamını unuttuğumuz zaman, ne olur? Hedefi  ne olursa olsun, bir “mücadelenin” içinde sürüklendiğimiz, yabancılaştığımız, alıştığımız durumda,  gerçekten politik bir özne sayılır mıyız? Evet, politik eylemin özgürleştirici niteliğinden bahsediyoruz ama hayatla ilişki kurmadan, sadece sonuca odaklı ‘politika’ yapıyorsak, nasıl bir özgürleşme deneyimi yaşıyoruz? Eğer hikayenin içine gömülüyorsak, hakikatimizi reality show formatı içinde gizliyorsak, hazır bulduğumuz kalıplar içinde sürükleniyorsak, biz, hangi çalışma içinde olursak olalım, kendimize “politik özne” dememiz zor bence.
Yüzyıllardır ataerkil siyaset sahnesi, hayatın çok dışında. Herkes adına “politika” yapılan bu sahnenin aktörleri de bir şeyleri kuruyorlar, ediyorlar ama bunu, kendi hayatlarının, varlıksal hakikatlerinin dışına çıkarak, verili kalıpların içinden yapıyorlar. Biliyoruz ve yaşıyoruz ki kalıpların dışına çıkıldıkça sahne genişliyor. Özgürleşme deneyimi de öyle...
Feminizm, mevcut politik alan tasavvurunu oldukça  genişletti. “Özel  olan politiktir” tespiti sadece ev içi sorunları, cinsel meseleleri politikanın konusu yapmakla kalmadı, politikanın “siyaset sahnesindeki” hakim tanımını ve pratiğini de yıktı. Bundan da önemlisi, kadınları, çocukları, sıradan insanları, sınır dışındakileri, yoksunları, silikleri, sorun sahiplerini doğrudan politik özne olmaya çağırdı. Politikayı daracık sahnedeki “politikacılar”ın elinden alarak tüm salonu ışıklandırdı ve herkesin bu piyeste oynayabileceğini gösterdi. Dolayısıyla feminizmin açtığı yoldan, tüm iktidar ilişkilerine karşı özgürlük için politika yapmak, aslında hayatını da değiştirmek Politikanın konusu, gündemi, alanı  genişledi. Daha ne…
Evet, artık  feminist perspektifin düşünsel ve deneyimsel birikimiyle rahat rahat şöyle söyleyebiliriz: Politika hayatta!
Böyle derken, “politika hayattır” sözünün anımsattığı gibi politika ile hayatın kendisi arasında bir özdeşlik kurmaktan ya da hayatın bütün veçhelerini “politikleştirmekten” başka birşey söylüyoruz: Politika herhangi bir “toplumsal soruna” el atmak değil, bu sorunun hayatımızla-varoluşumuzla bağını tanımlamak ve bu bağdan elimizi çekmeden kendi müdahalemizi gerçekleştirmektir. Özne olmak ya da özgürleşmenin yaratıcısı olmak başka türlü mümkün görünmüyor. Yani özgürleşme meselesi doğrudan doğruya politik özne olmakla ilgilidir. Yoksa politik sorunlarla ilgileniyoruz diye özne olmuyoruz. Özgürleşmiyoruz.
O halde, bir soru daha soralım: Geleneksel politikayı böylesine alt üst eden feminist analiz, feminist harekette neleri farklılaştırdı? Feminist perspektifle politika yapan özneler, bu deneyim içinde nasıl bir özgürleşme süreci yaşıyorlar?
En azından şunu söyleyebiliriz: Genel siyaset sahnesinde kulise atılan pek çok sorun, kadın hareketi içinde daha kolay gündemleşebiliyor. Hayatımıza, ilişkilerimize, gündelik sorunlarımıza daha çok dokunuyor, daha çok sorguluyoruz.
Tabii ki politika yapmak zor bir iş. Öncelikle çabuk sonuç almak diye birşey yok. Gözümüzü yumup mutsuz olmamak için gözlerimizi açıp acı çekiyoruz. Şiddetin tüm hallerini yakından görüyoruz. Zulümle karşılaşıyoruz. Özgürlük alanını genişletmeye çalışırken alışkanlıklarla, çeşitli iktidar sarmallarıyla karşılaşıyor, zihinsel sınırların değişik köşelerine tosluyor, toplumsal varlığımızla sürekli yüzleşiyoruz.  Bu oldukça zorlu bir süreç. Ama heyecansız değil. Güçleniyoruz, inisiyatif gösteriyoruz, açığa çıkıyoruz, karşılaşıyoruz, hayatımızı değiştiriyoruz. Eylerken, örgütlenirken, söz söylerken hepimiz başka hikayeler yazıyoruz.
Ama bazen, belki de çoğu zaman, kalemi bırakıyoruz. Hikayemizi unutuyoruz.  Eylemlerimiz, yaptığımız işler rutinleşince anlamını kaybediyor. Hele profesyonelleşen ve sınırları daraltılan örgütlenmeler içinde, bir “şirket çalışanı”ndan farksız olunuyor. Geleneksel siyaset aynı zamanda iktidar vaadeder. Maddi çıkar, statü ve sosyal ilişki vaadeder. Mekanizmalarını, yöntemini geleneksel siyasetten radikal olarak ayrıştıramadığı durumda, kadın kurtuluş hareketinde de, son derece politik mevzular bir çalışma alanına, bir rekabet ilişkisine dönüşebiliyor. “Başka kadınlar” için uğraşırken, yanımızdakinden koptuğumuz da oluyor. Bunun nedeni ise kendimizle bir alakamızın kalmayışı herhalde... Belki de bu yüzden artık feminist harekette “bilinç yükseltme”  bir masal gibi anlatılıyor.  Tabii hakkımızı yemeyelim: Vaktimiz yok...
İktidar mekanizmalarının sınırsız güçlendiği, duyguların sömürgeleştiği, sürüklenişin, kayboluşun çağında, asıl sorun politik bir alana girmek değil, burada özne olabilmek... Hepsi birbirine benzeyen mega kentlerde, sürekli yenilenen iktidar mekanizmalarının ağırlığı altında bireysel varoluşu korumak giderek zorlaşıyor. Bu toplumsallık içinde iç dünyamız, hayallerimiz ve enerjimiz eriyor.  İcat edilmiş kimliklere sıkışmış, izole edilmiş, yabancılaşmış,  atomize olan varlığımız, sokaklardan ve gündelik hayatın ayrıntılarından çoğu zaman kopmuş durumda.  Hızlı döngü, yoğun sinir uyarılmaları sonucu, dış dünyayla ilgili daha az zihinsel enerji tüketiyor,  dışsal ve içsel itkilerin sürekli değişmesiyle duyarlılıklarımız da en aza iniyor. Kanıksama içinde attığımız mailler, yaptığımız açıklamalar, toplantı gündemleri içinde boğuşuyoruz. Aynı tarzda yürüyüşler düzenliyoruz, sloganları hep aynı ritmle atıyoruz. Hakiki çığlığımızı açığa çıkaramıyoruz. Aklın kemikleşmiş tahakkümü altında yaratıcılığımızı kaybediyoruz... 
Bu politika mı?
Yaşamıyorsak politikamız ne kadar hakiki? Politikaya varoluşsal bir anlam yüklemeden özneliği nasıl kurabiliriz?  Gordon Childe’in dediği gibi “ insan tarihini yaparken” nasıl ”kendini yapabilir?”
Yaptığımız işten bir adım uzaklaşıp bakalım... Biz eylem mi yapıyoruz? Bir şirkette ya da fabrikadaymış gibi çalışıyor muyuz?
“Çalış... Senin de olur!” diyorlar ama sadece çok çalışarak çok özgür olamıyoruz. Çünkü genellikle yaptığımız politika değil: Çalışmak...
“Çalışma, insanları birbirinden farklılaştıran değil, aynılaştıran, onları sadece türün bir üyesi olarak bırakan, türsel ihtiyaçların doyurulmasına tekabül eden ve zorunluluk kategoisine bağlı olan bir etkinliktir; bu nedenle o, insansal özgürlüğün ifadesi olamaz.”[3]  Norman O. Brown, tam da bu nedenle, çalışma yerine “iş” kavramını kullanıyor.[4]  İktisadi aklın her türden yoksunluğa dayalı bir kültür olduğunu savunan Bernad Suits ise, zorundalık çağrıştıran “çalışma” yerine zevk alınırsa yapılan “oyun” u “öneriyor: “‘Oynamak’ yerine ‘yapmak istediğin için yaptığın şeyleri yapmak’; ‘çalışma’ yerine de ‘başka bir şey için yaptığın şeyleri yapmak’ ifadelerini kullanabiliriz” [5] diyor. Gerçi oyunu diğer insan faaliyetlerinden ayırt eden, amaçsızlığıyken, politika amaçsız yapılabilir birşey değil ama sanırım, bu amacı “yapmak istediğin için” ve isteyerek, hissederek yapmak da insana oyun tadı verir.
Adına ne dersek diyelim... İş, sanat ya da oyun... Politikaya varoluşsal bir anlam yüklediğimizde hayatımızın tümünü dönüştürme gücüne kavuşuyoruz. Sürüklenmediğimiz, özgürlüğün bütünlüklü bir  süreç olduğunu bildigimiz, buna göre eylediğimiz zaman özne olma inisiyatifini kazanıyoruz.
Toprağa ayağımızı bastığımız, gökyüzünü seyrettiğimiz, bir ağaca sırtımızı dayadığımız, sevdiğimiz, anı araçsallaştırmadan sadece yaşadığımız zaman ... Ne kadar zor olursa olsun, yaptığımız işlerin ayrıntılarını kaçırmadığımız zaman... Ev ile sokağın, gündelik ile muhalefetin, peşinden koştuğumuz talepler ile varoluşsal ihtiyaçlarımızın bağını kurduğumuz zaman... İşte o zaman benliğimizin geliştiğini, dünyayla etkileşimin hazzını yaşadığımızı, bedenimizin etkin yaşamının geliştiğini hissediyoruz.
Politika gerçekten hayata, hayatımıza değiyor o zaman. Biz de varoloşumuzun öznesi  oluyoruz. Şiirli, şarkılı, müzikli bir varoluşun...

[1] Brown Norman, Ölüme Karşı Hayat, Ayrıntı, İstanbul, 18
[2] Toker Nilgün, Amargi, Sayı: 7, 38
[3] Nilgün Toker, “Hannah Arendt Neden Feminist Olamadı”, Amargi, sayı 1, 65
[4] Brown Norman, Ölüme Karşı Hayat, Ayrıntı, İstanbul, 96
[5] Suits Bernard, Çekirge, Ayrıntı, 1995, İstanbul


Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Mahkeme Süreci Court Process