Çocukken de inanırdım, şimdi de masallara inanıyorum. Bazı insanlar masal kahramanıdır. Hayallerini hayatlara akıtırlar ve kendi masallarını yaşarken çevrelerine tılsımlı bir ışık yayarlar. Gelişleri de, gidişleri de masaldır. Bıraktıkları izler de..
Hayatımda bazı kadınların izlerini hep hissettim. Bunların başında annem geliyordu tartışmasız olarak. Nazife Cemgil, Behice Boran çocukluğumun ışıklarıydılar. Ve yüzünü bile görmediğim, hep anlatılardan dinlediğim Sabiha Sertel ve Camille Claudel. Sonra Duygu girdi o kervana. Duygu Asena. Masal arkadaşım. Hem birdenbire girdi, hem de yavaş yavaş. Tıpkı masallardaki gibi. Cesareti, yumuşaklığı, aldığı oklardan, taşlardan dolayı hiç istifini bozmaması beni etkilerdi. Cinselliğin politikasını cesaretle yapıyordu. Cinsel şiddetten değil, kadının cinsellikteki konumundan, orgazmdan bahsediyor, bunun nasıl politik bir şey olduğunu bilerek kaygısızca konuşuyordu. Basın camiasında bu konuda söz söyleyen ilk kadındı. Tek kadındı. Toplumun “politik” olarak kabul ettiği herhangi bir konuda tabu alanlara dalmak da çok zor bir şeydir ama bir kadının, “politika” dışına itilen, özel hayatın içine gömülen cinselliğe büyüteç tutması daha zordur. Hele de afilli, bakımlı, çekici, güzel bir kadınsan… Reel politika alanında en uç düşünenler bile birbirlerini belli bir çerçevede kabul ederler. Sen bir kadın olarak cinselliğe parmak attıysan, bu çerçevenin dışındasın. Hukuki bir cezadan beteri biçilir sana, saygınlığın biter. Aşağılanırsın. Orospu diye damgalanırsın. “Basit, bayağı, yollu” diye adlandırılırsın. Politik bir özne olarak kabul edilmezsin. Duygu, bunların hepsini göze almıştı. Kendini o kadar ciddiye alıyordu ki ona değen taşlar kırılıyordu sanki. Tabii Duygu da yaralanıyordu ama kırılmıyordu…
Duygu, her türlü politik amaç ve kalıpların dışındaydı. İnsandı, adaletliydi, ahlaklıydı. İyi kadındı Duygu. Evet, iyi insandı. Kendisiyle barışıktı. Bu nedenle bakışları hayata doğruydu. Haksızlığa karşı duyarlıydı. İnsan hakları ihlallerini, işkence mağdurlarını, dayak yiyen öğrencileri, açlık grevlerini, Göktepe olayını, Cumartesi annelerini, Manisalı gençleri ve gündelik hayatın haksızlıklarını, mağduriyetlerini, ihtiyaçlarını yazardı. Yaşamın içindeki bütün sorunları kucaklar, kimseyi küçümsemez, gündem olmayanı gündeme getirirdi.
Duygu Asena okuru, bir süre sonra, yazıların arkasındaki yürek genişliğini hisseder ve bu genişliğin içine bırakırdı kendini. Duygu, insanı genişletirdi… Ferahlatırdı… Güçlendirirdi.
Gazeteden atıldığı günleri hiç unutmuyorum. Gazetecilik, öyle tak diye bırakılacak bir iş değil, bir meslektir. Yazamamak, gördüğünü aktaramamak bir işkenceye dönüşür. Ağzına attıklarını sindirememek gibi. Duygu da öyle kalakaldı önce. Güçlü kadındı ya, duygularını hiç gizlemezdi. “Çok acayip bir boşluk duygusu içindeyim. Ayakta kalacağım, yazacağım, inat edeceğim ama çok zor…” diyordu.
Ölene dek gazetecilik yapamamanın acısını yaşadı. Yazdı tabii. Hep yazdı. Romanlarının içine girdi, onları hayata akıttı, yazma sürecini bir sürü insanla paylaştı. Duygu, hayatının sonuna kadar feminist bir gazeteci oldu. O hayatıyla şu mesajı verdi insanlara: Başına ne gelirse gelsin, direneceksin. Ayakta kalacaksın. Hayallerinden kopmayacaksın. Kendin gibi olacaksın. Değişmeyeceksin. Önemli olan sürekliliktir.
İnandığı gibi yaşadı. Kimseyi kandırmadı. Asla pes etmeden, her zamanki sakin kararlılığıyla, kendi patikasını kazdı.
Bir tavır almadan, yola çıkmadan ya da yazı yazmadan önce sağına soluna bakmadı. Kim ne diyor, kimler var diye düşünmedi. Çünkü kendini ciddiye alırdı. Duygu’ya bakarak, ancak kendisine saygısı, başkalarına sevgisi olan insanların hayatta bir yol açabileceklerini bir kez daha anladım.
O yüzden masalı var Duygu’nun... Bu masalı hala anlatıyoruz…
Sadece anlatmayalım… Yaşayalım…