Gitmek… Nasıl güçlü bir sözcük… Devrimi çağrıştırıyor. Kurtulmayı, açılmayı, çıkmayı… Ama her zaman öyle mi? Kaçmayı ya da kaçamamayı yaşamıyor mu gidenler?
“Gitmek” filmini de benzeri çağrışımlarla izledim. Hüseyin Karabey’in yönettiği ve senaryosunu Ayça Damgacı ile birlikte yazdığı “Gitmek”, bir aşk hikayesi boyunca, savaşın, yoksulluğun, yabancılaşmanın içine sıkışmış insanların ortak hikayesini anlatıyor. Hep birlikte görüyoruz ki Hama Ali ve Ayça’nın trajedisi, kadınlığın, insanlığın, coğrafyanın trajedisinin sadece bir parçası...
Ve kahramanlar gerçek “kahraman”. Yani sadece ayakta kalabilmenin bile kahramanlık gerektirdiği bu çağda, çoğunluk içindeler… Güzel, zengin, korkusuz ve güçlü değiller. Üstüne üstlük bir de aşkı aramaya kalkışıyorlar. Ama en önemlisi, bu hikâye gerçek bir yaşamdan kurgulanmış. Ayça Damgacı ve Hama Ali Khan kendi “aşklarını” ve yolculuklarını oynuyorlar filmde. Bu rolüyle, İstanbul Film Festivali En İyi Kadın Oyuncu ödülü alan Ayça, hem kendi hikâyesini Hüseyin’le birlikte yeniden kurguluyor, hem de Hama Ali ile yaşadığı aşkı yeniden oynuyor. Yaşamın, aşkın, yolculuğun yeniden kurgulanması, bu kurgunun milyonlarca insanla paylaşılması çok heyecan verici bir deneyim olmalı…
“Sessiz Ölüm” ve “Boran” gibi belgesellerden tanıdığımız Hüseyin Karabey, bu ilk uzun metrajlı filminde gerçek malzemeyle kurgu arasında şaşırtıcı bir kompozisyon yaratmış. Örneğin filmdeki tüm aşk mektupları ve videoları gerçek… Diyarbakır, Mardin, Silopi, Van, İran’ın Urmiye, Kuzey Irak’ın Erbil ve Süleymaniye kentlerinde, yollarında çekilen film, başından sonuna kadar çok dilli bir biçimde akıyor. Filmde Kürtçe’nin Kurmanci, Sorani lehçeleri, Türkçe, Farsça, Arapça ve İngilizce konuşuluyor. Yol boyunca gördüklerimiz bir belgesel niteliğinde. Evet, “Gitmek”, yarı kurmaca bir film. Belgesel malzemesinin kurmaca içine akıtıldığı, kurmaca sahnelerin belgesel yalınlığında yansıdığı film, düşsel gerçekçi bir üslubun tarifsiz heyecanını veriyor. Hikâyenin etrafında akıp giden öyküler, duygusal bir mercekle hayatımıza giriyor. Hem de olanca sahicilikleriyle…
Film, İstiklal caddesinde yürüyen kalabalığın görüntüsüyle başlıyor. Kalabalığın içinden Ayça öne çıkıyor. Her şeyiyle “sıradan” bir kadın olarak… Ayça, İstanbul’da tek başına yaşayan bir tiyatro oyuncusu. Tutunamayan bir kadın. Günün modasına göre şişman sayılıyor. Hâkim güzellik ölçülerine göre ise vasat… Ne tiyatroda ne de kendi hayatında başarılı değil. Arkadaşı yok, çevresi sınırlı, komşularıyla bile kavgalı. Bir kadın olarak, örgütsüz bir ayakta kalma mücadelesi veriyor. Film sonrası, gerçek hayatına ilişkin yaptığı söyleşilerden birinde diyor ki: “Benim gibi birine ne sinemada, ne dizilerde yer var. Belki fiziksel kriterlerle ilgili, belki tavırla... Oyunculuk bazında konuşursak, onun da kıyısında biriyim. Uyumsuz bir ruhum ve uyumsuz bir bedenim olduğunu hissediyorum, daha doğrusu hissettirilen bu.”
Hama Ali ise, 50 yaşlarında Kuzey Irak’lı, şişman ve kel bir aktör. Bir süre dağlarda peşmerge olarak yaşamış, sonra film hayatına atılmış. Süpermen Irak’ta gibi B tipi filmlerin kahramanı… Ama kendisiyle, çevresiyle, hayalleriyle barışık bir izlenim veriyor.
Bu iki “kahraman”, Türkiye’de çekilen bir film setinde tanışıp birbirlerine tutuluyorlar. İngilizce anlaşıyorlar ama gerçekten konuşmayı başarıyorlar. Çekimler bittikten sonra Hama Ali Irak’a Ayça ise İstanbul’a rutin yaşamlarına geri dönüyorlar ama birbirlerinden kopamıyorlar. Hama Ali, ona kaçakçılarla, kamyoncularla video mektuplar gönderiyor. Böylece Ayça, tek başına yaşadığı evde, mutsuzluğunun dışına çıkarak, kedisini çok özleyen, çok seven bir adamla, “Marlon ve Brando”suyla baş başa kalıyor. Ayça, bir “aşık” bulduğu için çok mutlu ama bu ilişkinin geleceğine, hatta gerçekliğine, Hama Ali’ye, kendine, hiçbir şeye güvenemediği için de mutsuz. Belirsizliğe bir son nokta koymak ve gerçekten bir aşk yaşadığına önce kendini inandırmak istiyor. Bu nedenle Hama Ali’yi birlikte yaşamak için zorluyor. “Tek yolum sensin” dediği adamdan, tüm hayallerini hemen gerçekleştirmesini istiyor. Tam bu sırada Irak savaşı patlıyor. Hama Ali, artık daha seyrek gönderebildiği kasetlerde önce Amerika’nın Kürtleri kurtaracağını söylüyor ama sonra o da dehşeti kabul ediyor. Ayça ise, ABD ve savaş karşıtı yürüyüşlere katılıyor ama sadece tek bir motivasyonla: Hayatında ilk defa yakaladığı aşkını kurtarmak için... Sonunda dayanamayıp Süleymaniye’ye doğru yola çıkıyor… İki yıl boyunca hep beklediği kavuşmanın tehlikeye girdiğini görünce, duramıyor, tersine bir yolculuğa atılıyor. Savaşın göbeğine, ateşin içine doğru… Aşk neredeyse, oraya yöneliyor Ayça. Onu durdurmaya çalışanlara diyor ki: “Hayatımda beni bu kadar seven bir adam olmadı. Bu, insanın başına bir kere gelir. Savaşmazsan, elinden kaçıp gider…”
Bu yolculuk, İstanbul’da başlıyor. Ayça, önce Süleymaniye’ye gitmek için ilişki aramaya başlıyor. Böylece Türkiye’deki Kürtlerle ve mültecilerle tanışıyor. Kürtçe öğreniyor. Yeni mahallelere, yeni evlere, yaşamlara dalıyor. Tüm beceriksizliğine rağmen, ona sınırı geçirecek ilişkiler kuruyor ve Diyarbakır’a doğru yola çıkıyor. Oradan Silopi’ye gidiyor. Kapanmış olan sınırdan geçemeyince, Hama Ali’yle İran’da bir Kürt kenti olan Urmiye’de randevulaşıyor. Ayça, Silopi’den Van’a ve Hakkari’ye gidiyor. Sonra da İran’a.
Bu yollar masal tadında bir gerçekçilikle akıp gidiyor arka arkaya… Aşkın yoluculuğunda yakılmış köylerin, yol aramalarının, gizli mezarların, savaşın, yoksulluğun, bekleyişin ve çaresizliğin içinden geçiyor. Ama tüm bunları Ayça değil, biz görüyoruz. Ekrandan yansıdığı kadarıyla, hayatın bencilleştirdiği Ayça, sadece kendisiyle ve yolculuğuyla meşgul... Akrabalıkların nasıl bölündüğünü, insanların nasıl parçalandığını, kişisel hayatların sürdürülebilmesi için devletten nasıl izin alınması gerektiği görmüyor bile. Bir kadın olarak tek başına bu dehşet içinde ilerliyor… Sözlü ve psikolojik taciz biçimlerini yeniden yaşıyor. Hep erkeklerin arasında dolaştığı için oldukça zorlanıyor. Urmiye’de başını kapatıyor. Bir otele yerleşiyor. Ve sürekli Hama Ali’yi arıyor. Onu yavaş davranmakla, sevgisizlikle, yalancılıkla suçluyor: “Eğer beni istemiyorsan benim için hayatını tehlikeye atmak istemiyorsan, söyle.” Tatminsizliği ve güvensizliği gün geçtikçe büyüyor ve “aşkının” koşullarını dikkate almadan ondan “ispat” istiyor. Bunun üzerine Hama Ali, onu İran-Irak sınırında bir Kürt köyüne çağırıyor. Kendisi sınırdan geçecek ve aşıklar orada buluşacaktır. Ayça, o köye gidiyor. Kimseyle konuşmuyor ama burada, yola çıktığı andan beri gördüğü şeyi yeniden yaşıyor: İnsanlar konuşmadan da anlaşıyor. Kapılar sessizce açılıyor. Acıda ortaklık onu korunaklı kılıyor. Ve bekliyor Ayça… Bekleyişi, sınır boyu diğer bekleyişlerle buluşuyor. Büyük bekleyişin bir parçası oluyor. Savaş haberlerini, ölüm haberlerini hep birlikte seyrediyor. Hama Ali’nin ölüm haberini de bu seyrediş içinde alıyor. Sınırda vurulan Kürdün haberini.
Herkes gibi o da tek başına ağlıyor.
“Gitmek”, şimdiki zamanın masalı. Masal güzel bitmiyor. Bir masalın güzel biteceği zamanlarda mıyız ki? Bunu hangimiz bilmiyoruz? Gerçek hayatta Ayça ile Hama Ali çoktan ayrılmışlar, filmde ise onları ölüm ayırıyor. Zaten Hama Ali, gönderdiği kasetlerden birinde şöyle diyor: “Bizim geleceğimiz yok.”
Öyle mi? Geleceğimiz yok mu? Bu soruya evet ya da hayır gibi basit cevaplar verilemez tabii ki ama bu hikâye, giderek, kaçarak, görmeyerek, yok sayarak bir mutluluk kurulamayacağını söylüyor bize.
Gitmek ama nereye gitmek? Nereden gideceği belli Ayça’nın. Yalnızlıktan, başarısızlıktan, sevgisizlikten, sıkışıklıktan gitmek istiyor. Ama mücadele gücü olmadığı için sadece kaçıyor. Onu sevecek, koruyacak, gerekirse ölecek, ona prenses gibi davranacak, yani “kadın” olduğunu hissettirecek bir adama gidiyor. “Sen benim dünyadaki en güzel, en cesur kadınımsın… Sana uçarak geleceğim. Ben senin dağ adamınım” diyen adama…
Gittiğinde ne olacak? Ayça ile Hama Ali arasında başka mesafeler de var. Biri Kürt erkeği, diğeri Türk kadını… Onlar, iki ayrı ezilmişliğin dezavantajlarını yaşıyorlar.
Peşmerge deneyimini de yaşamış olan Hama Ali, ezilmişliğinin bilincinde, kendine göre bir örgütlülük ve toplumsallık içinde bulunuyor. Bu nedenle daha rahat... Aşkını, taşlarla, dağlarla, çiçeklerle, arkadaşlarıyla anlatıyor. Ve sabır telkin ediyor: “Şimdi burası çok tehlikeli, ben de gelemem, bekleyelim…” diyor. Görüldüğü gibi gerçekçi de. Yani erkek.
Ayça ise destandaki Ferhat’ın rolünü çalsa da, “kadın” olmaktan kurtulamıyor. Hem de sanal ve ikiyüzlü ilişkiler içinde tutunamayan bir kadın. Feminizme bulaşmadığı için, varlığına dayatılan kalıpları, sadece öfkeyle savurmaya çalışıyor. Onları reddettiği için değil, ulaşamadığı için… Analiz edemediği deneyimlerin hıncını taşıyan, kendisiyle, çevresiyle hep kavgalı olan Ayça, bencillikle, hınçla, kapalılıkla kendini korumaya çalışıyor. Dolayısıyla da çok mutsuz. Erkeksi rahatlıktan yoksun. İşte bir adam çıkıp da ona prenses olduğunu söyleyince tüm hayalleri canlanıyor. Hayalleri, şiirleri, içindeki tüm güzellik imgeleri canlanıyor. Neler yazıyor mektubuna neler…
"Sen benim Diego Rivera'msın. Yıldızlarsın sen, ay ve bulutlar, haberlerdeki F-16'lar. Kırmızı yatağımdaki o koca bedensin. Çekmecemdeki son sigara, beni sarmalayan o koca kadife yeşil ceketsin. Bir kuş misali uçarak gitmek istediğim adamsın, İran'sın, Suriye'sin. Habur'da nöbet tutan askercik, Mezapotamya'daki en vahşi kıpkırmızı gelincik, üzerine yattığım uçsuz bucaksız, boz bir vadisin, Marlon ve Brando'sun, küvetimde yatan şişman melek, sevincim, acılarım, tüm arzularım, tiyatrodaki, İstiklal Caddesi'ndeki eşim, Gabriel Garcia Marquez'in son mektubusun. Ve ben de, 'Zorba'daki her tarafından şehvet fışkıran o şişman dul kadınım…"
Bu romantik imgelerin gölgesinde, bunca yılın açlığı, özlemi ve hıncı ayaklanıyor. Ve tabii güvensizliği… Görmeden geçip gittiği yollardan sonra Hama Ali’ye kavuşsa ne yaşayacaklar ki birlikte? Birbirlerini görebilecekler mi gerçekten? Görebilmişler mi? Bencillik zemininde bir sevgi yeşerebilir mi?
Hama Ali, Ayça’ya oynadığı filmleri de gönderiyor. Bunlardan biri çok ucuz bir trajedi. Gelinlikler içindeki bir kadın ve askeri kıyafet giyinmiş bir adam. Birbirlerine abartılı hareketlerle koşarken ateş açılıyor ve adam vuruluyor. Bizim dördüncü sınıf Türk filmlerinden alışık olduğumuz bu sahnede aslında, cins kimliklerinin üniformalarına bürünmüş iki varlığın kavuşamadığı anlatılıyor. Ama insan bu filmi ciddiye bile almıyor ilk başta. Fakat aslında, hayatımızın bu ucuz trajedilerden ne farkı var diye de soruyor kendi kendine. Evet, bu koşullarda romantik aşk mümkün mü? Hele öyle gelinlikli bir kadınla askerin aşkla buluşması?
Belki kıyafetlerini gömerlerse olabilirdi bir şeyler… Ama hala zor aşkı bir masal gibi yaşamak…
Sadece gitmek yetmiyor.
|
|