Sana ne yazayım Camille?
Nereden başlayayım? Nasıl anlatayım?
Rodin sergisinin ilk ilanını gördüğümde, gözlerimi kapattım. Önce ne düşündüm bilmiyorum. Sonra hemen sana sarıldım. Seninle ilgili yıllar önce aldığım notlara, seni anlatan kitaplara ve heykellerinin fotoğraflarına...
İlk açtığım sayfada, yıllar önce akıl hastanesinden yazdığın mektubun bir cümlesini okudum: “Hayatımı böyle bir yerde bitirmek için yapacaklarımın hepsini yapmadım, bundan başka şeylere de layığım.”
Yatağımdaydım, herşeyi bırakıp sırt üstü uzandım. Varlığım akıp gitti uzaklara. Bedenini bedenimde hissettim. Akıl hastanesinde. Tımarhanede. Korkunç yalnızlığın içinde kahroldum birden. Her şeye rağmen, içimdeki delice güce, isyankarlığa, fütursuzluğa ve onca yaşanmışlığa rağmen, acayip tutsak bir bedenin yalnızlığına gömüldüm Camille. Sen oldum. Gözlerimin önünden hayattaki ikiyüzlülüğün acımasızlığın, hırsın, aşkın, aldanmışlığın ve büyünün anıları geçti birer birer. Bir kadın olarak bu debdebe karşısındaki yenilmişliği ilk defa hissettim. Kalkamadım yataktan. Senden çıkamadım. Ölümü, duvarları, yalnızlığı ve isyanın kelepçelenmesini yaşadım Camille...
Kadınların birbirine geçişi kolay maalesef, Maalesef mi, iyi ki mi, bilmiyorum ama ben çok kolay senin yerinde olabileceğimi hissettim ve acını çok fena çektim içime.
Rodin’in Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki sergisine bu ölüm ve yalnızlık duygusuyla gittim. Son derece etkili düzenlenmiş odaların ve katların içinde dolaşırken, nefesim kesildi, boğazım düğümlendi. Onca ziyaretçinin arasında boğulacaktım neredeyse. Girişte, Rodin’in hayatını gösteren panoda senin suretine, seninle ilgili notlara bakarken çığlık atmak istedim. Delirmek ve götürülmek belki de. Ya da senin deliliğini yaşadım deli kız. Hele bir köşede sana ilişkin “lütfen” iliştirilmiş bölümün önüne gelince mıhlandım. Senin ve Rodin’in mektuplarından kesitler vardı ve bazı fotoğraflar... Sen, büyük bir adamın hayatında bir kesittin sadece. Evet Camille o kadar. Rodin’in hüzünlü bir yansımasıydın. Onu daha bir esrarengiz kılan bir yansıma...
Yıllar öncesini hatırladım. İlk Paris’e gittiğimde aklımda yine sen vardın. Lise öğrencisiyken bütün izlerini takip etmiştim. Acaba o yıllar seni bir kurban olarak mı yüceltiyordum? “Bir şey istememem için müebbet hapis cezasına çarptırıldım! Bütün bunlar Rodin’in şeytani başının altından çıkıyor. Kafasında tek bir düşünce vardı, o öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp kendisini aşmam; yaşarken olduğu gibi öldükten sonra da beni avucunda tutmalıydı... Her bakımdan başarıya ulaştı. Çok mutsuzum” derken yalan mı söylüyordun? Anlattıkların kıskanç bir kadının iftiraları olamaz mıydı?
Hayır. Seni çok kazdım Camille. Ve inandım. Özgürlüğünü ilan ederek kendine ait kıldığın ve evet “çıldırdığın” atölyenin olduğu sokağa senin adın verilmiş. 30 yıl canlı canlı gömüldüğün Montdevergues’deki akıl hastanesinde seni tanıyan kimseyle karşılaşmadım. Sonra öğrendim ki, mezarın da yitip gitmiş, kemiklerin bile kaybolmuş. Tıpkı senin ve başkalarının elleriyle parçalanmış, talan edilmiş, çalınmış heykellerin gibi...
Paris’teki görkemli Rodin Müzesi’ne, buradaki gibi boğucu, üstelik daha toy duygularla adım atmıştım. İsyankar ve çaresiz duygularla. O güzelim konağın güzelim bahçesinden geçerken etrafımdaki her şeye çarpacağımı ve dökeceğimi zannetmiştim. İçeri girdiğimde, zamanında seni de heyecanlandıran varlıksal çığlıkların ortasında kalakaldım. Taşla dirilen tarih, taşta bağıran yüz ifadeleri, daha sonra belleğimden hiç silinmeyen trajedilerin-dramların muhteşem gösterisi içinde dağıldım, parçalandım ve dirildim. Çeşitli figürlerde, ayrıntılarda, yüz ve beden ifadelerinde seni hissettim. Hayır, subjektivizmime laf etme lütfen. Yaşanmışlıklar ve hisler, bana benzersiz izlerini gösterdi. Evet, Rodin büyük bir sanatçı. Senin gibi emektar olmasa da, duygularını rasyonel aklı içine gemlese de, daha o dönemde bir işletmeci gibi çalışsa da, hegemonik erkekliğinin kabına senin ve diğer insanların yeteneklerini hortumlasa da, Rodin, insan ifadelerini, tarihin önemli ayrıntılarını yeniden yaratıp bize yeniden (hem de nasıl!) göstermeyi becermiş. Yoksa sen ona niye aşık olasın... Niye tüm otoritelere karşı isyan gibi sarıldığın sanat yolunu ona çeviresin? Niye düşlerinin peşinden korkusuzca koşarken onda duraklayıp onda takılasın. Onda terleyesin.
Camille, biliyorum, sen feminizmle tanışmamıştın. Ama feminizm var ve deneyimlerimizi paylaşınca anladık ki biz kadınlar, en çok “özel hayatın”, “aşkın”, “sevginin” atmosferinde tutsak düşüyoruz. Bu nedenle tüm iktidar ilişkilerine kenetlenmiş, onlara kökünü verip hepsinden beslenen çelişkimiz son derece görülmez ve anlaşılması zor. Biz zehri aşk iksiriyle içiyoruz. Varlığımızı kuşatan erkekliğe aşkla bağlanıyoruz. Aşk karşısında elimiz, kolumuz bağlanıyor. Aslında yaşam istencimizi körükleme, ruhumuzu ve bedenimizi diriltme kudretine sahip olan aşk, erkeklik karşısında bizi bitiren bir büyüye dönüşüyor. Bu büyü içinde kendimizi kaybediyoruz Camille. Büyülenerek varlığımızı, yaşam tutkumuzu, hayallerimizi aşkla bağlandığımız erkekliğe akıtıyoruz. Aşkın gözü kördür derler ya, halenin arkasında alabildiğine çıplak duran bencilliği, kapma ve yutma hırsını görmüyoruz Camille. Böylece yutuluyoruz. Aşka kapılıyor, aşkla kapılıyoruz... Oysa sen, aşkı delicesine, gelmiş geçmiş tüm aşkların bilgeliği ve gücüyle yaşayabilecek bir kadındın. Aşk kadar güçlüydün. Ama yutuldun...
Rodin Müzesi’nin üst katında, “Camille Claudel Bölümü” önünde dikilirken, bunları düşünmüştüm. Yutulduğunu. Senin kendine ait bir müzen yok. Ya da güzelsanatlar müzesinin değil, Rodin Müzesi’nin bir parçasısın... Oysa sen, döneminde, bir kadın olarak bu işe soyunmuş bir dahiydin. Cesurdun. Çok cesurdun. Erkeklerin dünyasına kendini ne zor kabul ettirmiştin. Konuşkan Kadınlar, Uçup Giden Tanrı, Olgunluk Çağı, Parsee, Flüt Çalan Kadın, Çömelmiş Kadın, Çakuntala, Vals...
Bunları bir kez gören unutur mu? Unutmamış zaten... O dönemlerde bile, nice sanat eleştirmeni senden “dahi” diye bahsetmiş. Heykele hareketi sokman, bir devrim olarak nitelendirilmiş. Örneğin Morhardt Mathias, Mercure de France’a 1898 yılında şöyle yazmış: “Camille Claudel’in ‘konuşkan kadınlar’ıyla boy ölçüşecek hiçbir çağdaş eser yok.”1
Ünlü bir şair olan kardeşin Paul Claudel ünlü eserin L’age Mur’e atıfta bulunarak demiş ki, “L’age mur, onu üreten doruktaki pırıltılı zeka.”
Buna rağmen yaşarken de Rodin ile anıldın. Onun sevgilisi, hatta metresi, onun öğrencisi, onun asistanı, onun modeli... Şimdi de eserlerinden çok Rodin’le yaşadığınız “aşk hikayesi” seni hatırlatıyor. Rodin’in hayatında bir hikayesin Camille. Acıyla anılan bir kurbansın sadece... Senden çok sonra Duygu Asena, “Kadının Adı Yok” diye bir kitap yazdı, biliyor musun? Kitabı beğenir misin bilmem ama adımız yok değil mi?
Ah Camille, kendi çilesini sana yaşatmak isteyen annene duyduğun çaresiz sevgiye yenilmemiştin. Egemenliğin rahatlığıyla seni destekleyen babanın elini hiç bırakmamıştın. Hatırlar mısın, baban Rodin’in atölyesine taşındığın zaman buna karşı çıkmıştı ve kendine ait bir atölyede, yaratıcılığını, özgürlüğünü daha da geliştireceğini söylemişti. Ama sen aşkının peşinden gitmiştin. Yanlış mı yaptın peki? Bir kadın olarak, tüm yollar sana kapalıyken, çağının dehasına dokundun. Hem de ne dokunma... Ama asıl acı bundan sonra başladı.
Tamam seni klasik bir kadın olmaya zorlayan annenin sözünü dinlemedin. Ama ailenden özgürlük aşkıyla kaçarken daha büyük bir esaretin içine düştün. Rodin seni, “benim Folie’m”2 diye severdi. O delilikten alacağını aldıktan sonra seni “deli” diye kapattılar.
Biliyorum, direndin ateş kız. Rodin seni yuttu, senin gücünü, yaratıcılığını, zekanı, aşkını, bilgeliğini, emeğini kullandı ama sen bir posaya dönüşsen de onun bağırsaklarından dökülmeyi reddettin ve delice bir cesaretle, erkekler dünyasının hiç benimsemediğin ritüelleri içinde, kendi kökünü yeniden yere attın. Ama nasıl derler, toprakta iş yoktu... Ve sen ya çevrenin istediği gibi olacaktın ya da toplumun bağırsağında öğütülecektin. Akıl hastanesinde hep bunları düşündün sen, biliyorum:
“Bundan tam 14 yıl önce, bugün, atölyemde her bakımdan tehditkar, silahlı botlu, kasklı iki zaptiyenin girişinin sevimsiz sürprizini yaşamıştım. Bir sanatçı için acı bir sürpriz, ödüllendirilmek yerine başıma bu geldi! Zaten böyle şeyler hep beni bulur.”
Çünkü hiç boyun eğmedin. Sana hep “Hem güzelsin, hem yeteneklisin. Bu ikisinin bir arada olması büyük bir talihsizlik. Bu halinle çok korkutucu oluyorsun” derlerdi. Üstelik sen, Rodin’i terk ettikten sonra hayallerine geri döndün ve erkekliğin hiçbir dayatmasını kabul etmedin. Ama hayatından Rodin geçmişti ve sen genç yaşına rağmen son derece hassas, yorgun ve duyarlıydın. Sevenlerin vardı ama onlar isyanından korktular ve sana “gül” attılar.
Sütün, o dönemin sembolik erkekliği tarafından emildikten sonra duruma boyun eğip memelerini bütün ellere teslim etmek yerine, sütü kendi ağzına akıtmaya başladığın için çok tehlikeli sayıldın. Biliyorum bunun farkındasın, akıl hastanesinde, “Beni yalnız yaşamakla (ah dayanılmaz cinayet!) suçluyorlar!” diye yazmışsın.
Acil olarak, bir posaya dönüştürülmen, kapatılman ve dışlanman gerekiyordu. Hiçbir skandala yol açmayacak biçimde, iktidarların ince ittifakıyla damgalandın ve 30 yıl akıl hastanesine kapatıldın. Gittikçe bezginliğin ve reddedişin dehlizine yuvarlandın. Ve sessizce öldün.
Sen öldükten sonra Foucault’nun yazdığı “Deliliğin Tarihi”ni okusaydın ve modern aklın özgürlüğü nasıl kuşattığını bilseydin daha da güçlenir miydin? Biz senden güçlü müyüz, gerçekten bilmiyorum Camille...
Diyorsun ki,
“Bir kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi! Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye, yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu bilmiyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar! Tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de bana hapishane hayatı yaşatıyorlar.”
Bu çığlığı bir kez duyduktan sonra, Rodin sergisini nasıl gezer insan?
Pınar Selek / Amargi Feminist Dergi Güz Sayısı- 2006