Herkes aynı fotoğraftan aynı şeyi görmez… Anılar, yaşanmışlıklar, deneyimler farklı farklıdır çünkü… Darbelerle, komplolarla kirlenmiş tarihin içinde yaşayan yurttaşlar olarak, Ergenekon operasyonuna bakınca neler görüyoruz? Tabii ki bu operasyonun yaşadığımız genel tabloyu kapsamasını istiyoruz. Ben gazete haberlerine baktığım zaman, gözlerimin önünden, hepinizin iyi bildiği film şeridi geçiyor: İdam sehpaları, 12 Eylül günleri, cezaevi kapılarında çektiklerimiz, savaş politikaları, kotrgerilla katliamları, JİTEM operasyonları, 1 Mayıs dehşeti, Susurluk dosyası, Şemdinli patlamaları, Mersin yürüyüşleri…
Ama bir fotoğraf daha var. Hiç gözümün önünden gitmeyen… Cezaevinde yaşadığım en büyük acının hatırası. Yanı başımızda çürüyüp giden kadının fotoğrafı… Kaderin cilvesine bakın ki bu fotoğrafı Ergenekon operasyonunda tutuklanıp bir sene sonra, ölecek diye çıkarılan Okkır’la ilgili haberleri okurken hatırlıyorum. Evet, bir yanda PKK’ye yardım ve yataklık suçlamasıyla içeri atılmış Hanım Baran, bir yanda Ergenekon çetesinin finansörü diye tutuklanmış Okkır… Okkır’ın hastanede, kansere yenik düşmüş bir vaziyette, karısının yanı başında yatarken, görüntülerini izleyince cezaevinde yaşadığım o karabasan geçti gözümün önünden…
Hanım Ana, kendi diliyle Hanım Yade ile 1998 Temmuz’unda tutuklanınca tanışmıştım. İlk zamanlar büyük bir şaşkınlık ve dehşet içindeydim. İşkenceden dolayı kollarım tutmuyordu… İyi hatırlıyorum, Hanım Yade, beni görür görmez kucakladı. Ilık suyla, kaskatı kesilmiş bedenimi yıkadı. İnce parmaklarıyla duyarsız kollarımı ovaladı. Sonra ruhumu ovalamaya geldi iş… Hanım Yade, her akşam, yemekten sonra beni havalandırmaya çıkarır, başımı dizine koyarak ve saçlarımı okşayarak masal anlatırdı… Ne masallar dinledim ondan.
Fakat bir problem vardı: Türkçesi “yaşim atmiş, pore min spi olmiş” şeklindeydi. Por saç demek, spi de beyaz. Böyle masal anlatırdı, ben de bu sayede Kürtçeyi çözdüm biraz. “Hanım Yade, bu ne demek?” diyordum sürekli. İkinci günden itibaren onunla çok samimi olduk. O da beni kızının yerine koydu herhalde…
Hanım Yade, Kızıltepeliydi. Büyük bir kızı, biri on, diğeri de sekiz yaşında iki küçük oğlu vardı. Talip ile Mütayyip… Bu kadar ileri bir yaşta çocuk doğurabilmesiyle övünürdü. Kocası ona âşıktı hala… Nasıl olmasın, ince, zarif, hoş kadındı. Çocuklar görüşe gelince hepimiz bayram ederdik ama onlar çok bağırırlardı, çok ağlarlardı…
Bazen karnı ağrırdı Hanım Yade’nin. Revire gönderirdik, doktor ilaç yazardı. Ama geçmezdi ağrıları. Bunun üzerine hastaneye gitmek isterdi. Israrlarımız sonucu sevk yaparlardı. Anamız geri döndüğünde, hastaneden eline tutuşturulan reçetelerin hiç de farklı olmadığını görür, içimiz rahatlardı. Ağrı ilaçları, sancı ilaçları… Ama anamız gün geçtikçe zayıflıyor, halsizleşiyordu. Bir de karnı şişiyordu. Onun bu halini gördükçe telaşlanıyor, tekrar hastaneye gönderiyorduk. Hanım Yade ise, artık hastaneye falan gitmek istemiyordu: “Çok yorgunum… Orada çok eziyet çekiyorum… Bir şey de olmuyor…” diyordu. Biz ise çaresizlikle çırpınıyorduk. Olay yaratıp yine hastaneye gönderiyorduk onu. Aynı reçeteyle gelince başka hastane istiyorduk… Başka doktor istiyorduk…
Bir akşam Hanım Ana çok ağır bir kanama geçirdi… Kadıncağız acıdan çığlığa boğuyordu koğuşu. O sakin, o acısını içine gömen tatlı kadın kim bilir neler çekiyordu da bu kadar bağırıyordu. Neyse gece yarısı apar topar hastaneye götürdüler. İki gün sonra geldiğinde elinde başka bir rapor vardı: Kanser önce mesaneye, sonra tüm karın bölgesine yayılmış… Yapılacak hiçbir ameliyatın faydası kalmamış. Geç kalınmış…
Koğuşun üzerine çöken tarifsiz acıyı burada anlatmama imkân yok. Dört duvarın içindeydik. Çaresizdik. Hanım Ana yanımızda, bizi her zamanki gibi teskin etmeye uğraşıyordu…
Ben kaleme sarıldım. Birbirinden çok farklı görüşlere sahip köşe yazarları mektubumu yayınladılar. Hanım Baran’ın cezaevinden çıkması yönünde bir kamuoyu oluştu ve Hanım Yade’yi serbest bıraktılar. Kısa bir süre sonra da öldü…
Ölüm haberini cezaevinde öğrendiğim Hanım Yade benim hayatımda bir sayfadır. Ondan evveli ve ondan sonrası vardır… Ama cezaevinde gördüm ki onun gibi insanlık dışı muamelelere uğrayan binlerce, on binlerce tutuklu var. Ben koğuşta kalıyordum. En azından orada dayanışabiliyorduk. Sonra insanları F Tiplerine götürdüler. Oralardan her gün yeni bir insanlık dramı haberi geliyor. Ama elimizden hiçbir şey gelmiyor. Dışarıdakiler de içerdekiler gibi çaresiz mi?
Kimisi çaresiz, kimisi umursamıyor, kimisinin de işine geliyor. Benden olmayan yansın, diyor çoğu. Kendi karşıtına her şeyi reva görüyor.
Çeteleşmenin gündeme gelmesi, bu konuda soruşturmaların, davaların başlaması çok önemli... Ama bu kirli sürecin ürünü olan kurumları ve işleyişleri de değiştirmeliyiz. İnsanı insan gibi görmeyen, kendi karşıtını cehennemlik ilan eden bir zihniyetin yarattığı bu canavar sorgulanmadan, ortadan kaldırılmadan yürütülen hiçbir çatışma özgürlük getirmez.
F Tiplerini kaldırın efendiler… Yargı sistemini, infaz sistemini değiştirin. Yoksa siz de zayıf düşersiniz. Bu canavar sizi de yer. Çiğ çiğ…