“Ah kardeşim… Nerede o eski domatesler… Kavunlar mis gibi kokardı. Şimdi biberin acısı bile değişti. Hep hormon yiyoruz. Bir şey değil, vücudumuz şişecek…”
Siyaset için tam böyle konuşamıyoruz tabii. “Ah, ah… Nerede o eski siyaset” diyemiyoruz. Egemen siyaset dünyası, ezelden beri, tarifsiz bir şiddet arenasıydı. İktidar kapışmalarının sahasıydı. Darbeler, müdahaleler, yalanlar, cinayetler alanıydı. Toplumun hep uzak durduğu, maskeli oyuncuların doldurduğu bir sahneydi. Özgürlük arayışları hep bu sahnenin dışında gelişti. Yine de öyle…
Bu anlamda her şey eskisi gibi… Nostalji yapmamıza gerek yok. Egemen siyaset tarihinde tutunacak bir geçmişimiz yok.
Ama her geçen gün, beterin beteriyle tanışıyoruz. Kirliliğin sınırlarını aşıyoruz. Başka bir siyaset mümkün umudu her geçen gün azalıyor. Başka bir siyasetin yolları silikleşiyor git gide. Yeni Dünya Düzeninin tüm postmodern iktidar mekanizmaları, insanları sabun köpüğü gibi kaybolmaya itiyor. Artık oynaman lazım… Çünkü ne olduğun değil nasıl göründüğün önemli.
Görüntünün içeriği boğduğu, sözlerin anlamından koptuğu gösteri dünyasının reality show’unda hakikat parçalanıyor. Solculuk da, sağcılık da bir gösteri söylemine dönüşüyor. Bu söylemin bütünlüğü, anlamı hiç önemli değil. Çünkü yeni siyaset, hormonlu bir siyaset... Bunu yiyen şişiyor. Yani ortaya atılan politikanın kökü, toprağı, gübresi, yetiştiği iklim hiç önemli değil, bunlar iki günde, tarım sektöründe olduğundan çok daha büyük bir kolaylıkla üretiliyor: Solcu söz, milliyetçi slogan, muhafazakâr kaygılar…
Biz, gözlüklerimizle de olsa, bu gösteri perdesinin arkasındaki yoksulluğu, ölümü, çaresizliği ve acımasızlığı görüyoruz.
Ne yapmalı?
Siyaset sahnesinde neyi kurtarmalı? Show rüzgârının parçaladığı hayatları nasıl tamir etmeli?
Kimilerini büyüleyen, kimilerinin başını döndüren, kimilerini de peşinden sürükleyen parıltılı, patırtılı rüzgâr bize hiç değmesin… Hormonlanmayalım. Bu rüzgârın peşinden gittiğimizde, kumdan kalelerin denizin bir dalgasıyla nasıl dağılıp gittiğini görüyoruz. O halde, gündemin peşinden sürüklenmek yerine akıntıya karşı duralım. Kendi rüzgârımızı bulalım ve yelkenimizi ona göre açalım…
Özgürlük rüzgârı yüzyıllardır içimizdeki yapraklara değiyor. Ona dokunduğumuzda bedenimizi, ruhumuzu, tarihimizi, dünyamızı hissediyoruz. Ona yüzümüzü çevirdiğimizde zihnimizin kıvrımları arasında ağaçlar kök salıyor. Ormanlar, ormanlar, ormanlar…
Egemen siyaset sahnesinin çok dışında açılmış patikalar var. Onların üstünde yürüyelim. Yalnız değiliz. Orada karşılaşalım, tanışalım, kucaklaşalım, çiçeklerimizi sulayalım. Voltaire’in dediği gibi:
“Bahçemizi güzelleştirelim”
Hormon bulaşmış bahçelerde özgürlük de, güzellik de yeşermez…