Atilla Olgaç’ın son oyununu hepimiz seyrettik: “Kıbrıs Barış Harekatı sırasında biri 19 yaşında elleri bağlı esir olmak üzere, 10 Rum’u öldürdüm!“
Ortalık ayağa kalktı tabii... İnsanların belleğinde sıcaklığını koruyan acılar, eski bir Türk “askerinin” ağzından doğrulanınca adalet kapısının önü doldu taştı... Türkiye köşeye sıkıştı. Sonra, büyük ağabeylerinden azar işiten ve hizaya çekilen Atilla Olgaç, anlattıklarının gerçek değil, bir senaryo olduğunu “itiraf etti.”
Ben, onun bir kaç güne sıkışan macerasını izlerken, Kıbrıs’ta neler yaşandığından çok Atilla Olgaç’ın açığa vurduğu toplumsal bilinçaltıyla ilgilendim. Kısa bir süre önce, erkeklerin “Akıllı ol…” diye nasıl bağırdıklarını, niye kasıldıklarını, ne diye gerindiklerini anlamak için, askerlik-erkeklik ilişkisine mercek tutan bir sözlü tarih çalışması yapmıştık. Birbirinden çok farklı arka plana sahip erkeğin anlatımları şunu söylüyordu: Bu kadar çok anlatılan askerlik deneyimlerine dair aslında hiçbir şey konuşulmuyor. Erkekler, hayatın ve militarizmin acımasız tokatları altında nasıl serseme döndüklerini, nasıl hınçla dolduklarını anlatmıyorlar. Bu nedenle, Olgaç’ın şişinmesi de, çark edişi de bana çok tanıdık geldi.
Ailede, “en iyi” olduklarına inandırılan, toplumsal yaşam içinde, erkeklik mitinin etrafında örülmüş modellere göre hareket eden, şiddet kapasiteleri sürekli beslenen ve kendini kanıtlamaya zorlanan erkekler, sürekli bir iktidar kışkırtmasıyla zorlanıyorlar. Erkekler dünyasında, şah, kahraman, yiğit olma hayalleri ve gerçek yaşam birbiriyle çarpışıyor. Yedikleri her şamara karşılık veremiyorlar. Şiddetin ve disiplin mekanizmalarının oldukça keskin işlediği savaş koşullarında, ölme riski ve öldürme zorunluluğunun içiçeliğinde korku, ağır travmalar, duyarsızlık ve namus-kahramanlık duyguları birlikte yaşanıyor. Tokat yemek ya da bir kapağı açamamak gibi çok doğal durumlar bile iktidarsızlık olarak tanımlanırken, şiddete boyun eğen erkekler, kendilerini muhtemelen parçalanmış hissediyorlar. İiktidar karşısında “maske” takma gerekliliğinin, gerçek olmayışın yarattığı gerilim yüzünden, sonsuza kadar denetim altında tutulamayacak karşı bir basınç oluşuyor. Dev olduğuna inandırılan ama kendi boyuyla sürekli yüzleşen ve hayatın zorlukları karşısında zedelenen erkek, iktidar vaadi ve iktidarsızlık keşfinin gitgeli içinde, çok kırılgan ama kırılganlığını çeşitli duvarlarla, maskelerle, güç gösterileriyle ya da şamatalarla gizlemeye çalışan şizofrenik bir varlığa dönüşüyor. Gerçeklik ile hayal arasında büyüyen boşluk, yenilen şamarlarla derinleşen hınç, yetersizlik hissiyle süreklileşen utancın yarattığı aşırı alınganlık ve gurur büyürken eğretilikten bir türlü kurtulamayan, sürekli sınanan erkeklik, kendini her daim ispat etmeye zorlanıyor.
Bu nedenle erkeklerin, hikayelere ihtiyaçları oluyor. Anlatacak macera hikayelerine... Yaşadığı çevrenin dışında burnu sürtülmüş, ailenin uzak durması gereken hayatla tanışmış, zorluklarla boğuşmuş, “feleğin çemberinden” geçerek rüştünü ispatlamış olduğunu gösteren hikayelere... En çok da “savaş görmüş adam” ın hikayesine... Bu hikayeleri anlattığı sahnede, erkeklik kostümüne bürünen erkek adam, hem şov yapıyor hem de son derece şizofrenik hikayeler anlatıyor. Tüküren, tükürdüğünü yalayan, bir öyle bir böyle hikayeler...
Sonra bu sahneden iniyor mu? Yalnız kaldığında ne yapıyor? Sahne arkasında neler oluyor? Makyajını ne zaman siliyor erkekler? Yoksa orada da ayna olduğu için kostüm hiç çıkarılamıyor mu? Kendi kendine kalınca da böyle kasılıyorlar mı?
Atilla Olgaç’ı da aynı sorularla izledim. Defalarca... Mimiklerini, vücut dilini, el hareketlerini, ses tonunu...
Kadınların onu dinleyişi nasıldı, dikkat ettiniz mi? Hayret, hayranlık ve suskunlukla... Böyle bakışlar altında, erkekler böyle bahseder günahlarından. Yaptıkları pis işlerden. Şimdi akıllanmış ama feleğin çemberinden geçmiş olarak. Böyle hava atarlar. Askerlik ya da bir başka gurbet deneyimi sayesinde kendi macerasına kavuşmuş pek çok erkek, benzer bir vücut diliyle anlatır...
Ama her zaman yaşadıklarını mı anlatıyorlar? Hayır. Tıpkı Atilla Olgaç’ın söylediği gibi kahramanı olmayı arzuladıkları filmin senaryosunu kafalarında oluşturup yaşamış gibi anlatıyorlar.
Üstelik Atilla Olgaç, yaratılan erkeklik mitlerini televizyonda izleyen bir adam da değil. Popüler kahramanları bizzat oynuyor. Hele Kurtlar Vadi’sinin Kılıç’ı olmak az bir şey değil... Ya da Şirinler’in Gargamel’i... Ve bu adam oyuncu kostümünü çıkarsa da, herkes ona “ağır ağabey” muamelesi yapıyor. Bu muameleden hoşlanan Atilla da, adının da ağırlığıyla, kendi hikayesine ihtiyaç duyuyor.. Oyuncu birden bire rolünü gerçek sanırsa, kostümünü gerçek yaşamda da çıkarmazsa ne olur? Pınar Kür, buna “Küçük Oyuncu” diyordu.
Ortalık “küçük oyuncu”dan geçilmiyor... Erkeklik dramı şişinirken patlayan küçük oyuncuların dramı değil midir? Hepsi böyle kasılırlar. Hepsi böyle şişerler. Sonra da böyle pısarlar. Hem tükürürler hem tükürdüğünü yalarlar:
“ O sözler savaşın kötü ortamını, acımasızlığını, vahşetini, insanları sarsarak anlatmak adına yazığım bir senaryoydu. Anlattıklarımın gerçeklerle ilgisi yok!
Çünkü başka ağabeyler girmiştir sahneye. Fazla şişinene haddini bildirmek üzere. Çünkü biliyoruz ki en önemli erkeklik dersi “akıllı olmak”tır. Akıllı olmayan, devlet dersini iyi almayan, gerektiğinde pısıp gerektiğinde dayılanmayan, yerini, zamanını iyi ayarlamayanlar, hemen kadınlaştırılır. Erkekler, başka erkekler tarafından kadınlaştırılarak öğrenirler erkek olmayı. İşte Olgaç’ın komutanları dediler ki:
“O savaştan çok korkardı. Bırakın çatışmayı, eline silah bile verilmedi. Çok korktuğu için nöbet bile tutturmadık. Askerliğini bol bol patates soyarak geçirdi.”
İşte böyle kadınlaştırırlar seni... Eline silah bile almadı” derler. “Patates soydu”, “Nöbet bile tutmadı derler...” Sen de boyun eğersin. Eğreti erkekliğinin elinden kayıp gitmesine izin verirsin. Başka ne yapacaksın ki? Erkekliğin onda dokuzu kaçmak tabii...
İşte bir erkeklik oyunu daha böyle trajik bitti: Atilla Olgaç patates gazisi ilan edildi. Şimdi Atilla Olgaç’ın savaş suçlusu olup olmadığı tartışılıyor. Anlattıklarının doğru olduğu ispatlanırsa, yargılanacak küçük oyuncu.
Ama bence hakikaten Atilla’nın eline silah alıp almadığı hiç önemli değil. Çünkü yalan da bir iletişim biçimidir. Yalan ya da gerçek, bu senaryo, deneyimlerin nasıl bir söyleme dönüştüğünü, nasıl hatırlanıp ifade edildiğini açığa vurdu. Oyuncular önemli değil, sahnede oynanlar gerçek!
En önemlisi de bu oyun hepimizin canını acıtıyor.
Bozamaz mıyız?
Bu çalışmanın sonucunda çıkan kitap: Selek Pınar, Sürüne Sürüne Erkek Olmak, İletişim, 2008
|
|