Tarifi zor bir çaresizlik içindeyiz…
Hrant’tan sonra gündemler nasıl üst üste bindi… Hiç bir şey yapamadık. Onu kaybettiğimizle kaldık. Biz ne söylersek söyleyelim şiddet büyüyor. Zihinsel sınıra tosluyoruz. Egoizme, sevgisizliğe, değersizliğe, duyarsızlığa tosluyoruz. Sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada olup bitenler, hâkim olamadığımız denklemler içinde hüküm süren politikalar elimizi kolumuzu bağlıyor. Sınırsız örgütlenen iktidar mekanizmalarının kıskacındayız ve çaresizlikle dünya savaşını izliyoruz. Kamusal alanın daralması, yabancılaşma, tüketim ve şiddet içinde kayboluyoruz, sesimiz kısılıyor ve çaresizliğe hep beraber boyun eğiyoruz. Kapitalizmin sonunun faşizm olduğunu görüyor ve bunu durduramıyoruz.
Adaletsizlikler, haksızlıklar, kişiliğimizi, haysiyetimizi ezen uygulamalar, kendi kendini doğurup her gün büyüyen şiddet dünyamızı karartıyor.
Belki daha önce de yazmışımdır. Hep söylüyorum. Gördüğüm günden beri beynimin içine takılı kaldı o resim. Irak’ta Amerikan askerlerinin çektiği o fotoğraf var ya… Hani bedenlerin birbirinin üstüne yığılmış et torbaları halindeki görüntüsü, çok başlı, çok kollu ve çok bacaklı, her türlü insan hakkından muaf varlık… O varlık biziz… O fotoğraf bizim fotoğrafımız. Çaresizliğimizin resmi…
Çaresizlikle debelenen insanlar bazen birbirini boğazlıyor, bazen iktidarlara karşı direniyor. Ama her tarafta şiddet var. Bir sevgi patikası, bir vicdan ışığı görmeyeli çok oldu. Bir yanda çıkar, bir yanda hınç bürümüş gözler… Militarizm, egemenlik söyleminde de, mağduriyet söyleminde de, siyasetin tek yolu olarak görülüyor. Şiddetin bütünlüklü aşılmasıyla gelişecek olan özgürlük şiddetle aranıyor ve kendi kendini boğuyor… Barışın ancak savaşla tesis edileceğine hala inanılıyor ve herkes, kendi “hakikatini” dağlara, denizlere, gökyüzüne kazımaya çalışıyor. Bu kamplaşma ortamında, özgürlüğe dair ne varsa ezilip gidiyor. Güçlü ve “gerçek” olan, tek doğru olarak dikiliyor. Bunun karşısında, etkin, aktif ve örgütlü politikalar da gelişmeyince, barışçıl tutumlar, elitist, beyaz ya da korkak olarak tanımlanıyor. Kadınlaştırılmış, pasiflik konumuna itilmiş olan barışçıl duruş, “gerçekliğini” yitirmiş durumda.
Tam da böyle zamanlarda köklü sorgulamalara ihtiyaç var. Çok iyi biliyoruz ki tüm bu olup bitenlere karşı yaptığımız mitingler, basın açıklamaları, gösteriler, paneller, konferanslar, toplantılar, hızla dönen çarkı durduracak bir güç yaratmıyor. Hatta genelde bu çarkı biraz olsun yavaşlatacak bir kıymık, bir tortu bile olamıyoruz.
Ben eskisi kadar umutlu değilim. Yüzeysel bir iyimserlik yerine, umutsuzluğun ahlaki bir duruş olduğunu düşünmeye başladım.
Ama sanırım daha güçlüyüm… Dünyayı değiştirme iddiası dışındaki tüm arayışları küçümsediğim dönemlerden daha güçlü… İki günde dünyanın değişmeyeceğini biliyorum. Başarısızlıklar, olumsuz gelişmeler beni çökertmiyor. “Niye bir şeyler değişmiyor” diye elimi kolumu bağlamıyorum.
Yerimde durmuyorum çünkü kendime inanıyorum. Özgürlüğe ihtiyacım var. Ekmek ve su kadar... Hava kadar. Özgürlük patikaları kazıyorum. Vicdanın sesine katılmaya çalışıyorum. Sevginin ve kucaklaşmanın sevincine katılıyorum.
Kendim için, kendime saygımı korumak için, dayatıldığı gibi yaşamamak için mücadele ediyorum. Bir de tanıdığım, varlıklarını hissettiğim güzel insanlar için. Böyle insanlar o kadar az değil. Az değiliz…