Hayatını cesaretli adımlarla güzelleştirmek isteyenler kimlerden güç alır? Sadece şairler, ressamlar, müzisyenler değil, hayatı yeniden üretmek isteyen insan, yaşamını bir sanat eserine dönüştürmek isteyen insan, gücünü nereden alır?
Toplumun desteğinden mi? Her zaman değil. Tersine, toplumsal beğeni, bir insan açısından temel motivasyonsa, sürekli hakim kabul ölçülerine göre davranır ve başkalarına göre şekillenir, ortamın beğeni ve ihtiyaçlarını karşılamak uğruna tükenir gider. Bu koşullarda kendi varlığını yaratamaz. Sanatsal bir yaratıcılık gerçekleştiremez. Sanat, insanın öz benliğinden fırlayan çığlıktır. Bu çığlık kaygısızca, cesaretlice atıldığında benzersiz olabilir. Güzellik özgürlüktür. Popülizm özgürlüğü öldürür. Sürekli beğenilmek, kabul edilmek dürtüsü insanda sorgulayıcılık ve cesaret bırakmaz. Özgürlük lanetlenmeyi göze almaktır. Yalnızlaşarak çoğalmaktır.
O halde, yaşamını, tavrını, üretimini güzelleştirmek isteyen insan, nereden güç alır? Hayatını bu arayışa adamış başka insanlardan. Bir insan ancak başka bir insanın deneyimiyle güçlenir. Başka hayatlarda biriken deneyimler, başka dünyalarda gezinen duygular diğerini zenginleştirir. Kimisi ölmüş, kimisi lanetlenmiş, kimisi fark edilmemiştir. Tek tek insanların yaşamları, örneğin Pir Sultan’ın, Socrates’in, Cigerxwin’in, Michalengelo’nun, Bedrettin’in, Malcom X’in, Madame Curie’nin, Gandhi’nin, Jeanne d’Arc’ın, İsa’nın deneyimleri, kör bir hücrede sıkışmış olanı çoğaltır.
Çocukluğumda tarihe damgasını vurmuş insanları okumak benim için büyük bir heyecandı. Peygamberler, düşünürler, sanatçılar, devrimciler...
Gaugin’i değil, Camille Claudell’i sevdim hep. Bethoveen’in Napoleon’a tavrının beni etkilediğini hatırlıyorum. Van Gaugh arkadaşımdı. Troçki’yi Stalin’e, Emma Goldman’ı, Krupskaya’ya, Edith Piaf’ı Julio İglesias’a, Bob Dylon’ı Frank Sinatra’ya, Romy Shneider’i Ellizabeth Taylor’a tercih ettim. Bu kadar çok destan okuyucunca, Mem u Zin ya da Ferhat ile Şirin’den daha basit, daha az tutkulu bir aşk yaşayamaz oldum.
Bir de Genet vardı. Genet hep var. Onu tanır tanımaz zihnime soktum. Yaşamı, yazdıkları çok kısa bir zamanda ruhumla bütünleşti.
Bugünlerde içimden ondan bahsetmek geliyor. Hep birlikte Genet’yi tartışalım, onun tarzını analiz edelim, yaşamını nasıl kurguladığına ilişkin bir şeyler söyleyelim, istiyorum.
Bilen bilir, Jean Genet bu çağa damgasını vuran yazarlardan. 1910 yılında doğup 1986’ya dek yaşamış olan Genet’nin onlarca kitabı dünyanın bütün dillerine çevrildi. Hizmetçiler, Paravanlar, Zenciler, Balkon, Hırsızın Günlüğü, Sevdalı Tutsak, Çiçeklerin Meryemi, Gülün Mucizesi, İp Cambazı, İdam Mahkumu, Giacometti’nin Atölyesi, O Kadın, Açık Düşman...
Her cümlesi insanı sürüklendiği rüzgardan kurtarıp yerine mıhlıyor. Hayattaki tüm iktidar ilişkilerinin yarattığı boğuntuyu çarpıyor insanın yüzüne. İkiyüzlülüğü çarpıyor. İnsan onu okurken Shakspeare’le yeniden karşılaşıyor sanki. Genet, çağın trajedisini yazıyor. Hamlet’in duygularını yeniden canlandırıyor. İnce hesapları, ince kopuşları, yok oluşları, yürekli direnişleri, aşkı, yaşamın mutlu sancılarını, nefreti anlatıyor.
Ama Genet’yi okuduğum zaman, nedense, beni etkileyen şey sadece yazdıkları değil, onun özgül, bireysel sesi ve mevcudiyetidir. Onun sözcüklerine sanatsal bir incelikle yaratılmış olan bir hayat yansır. İnsanı etkileyen de bu hayattır. Genet sıradan yaşamamıştır. Yaşamının sözünü de kaygısızca eserlerine akıtmıştır. Bu nedenle, Genet’den kalan hiçbir şey sıradan değildir. İtici ve çekicidir. İrkilticidir. Genet, sahici varlığıyla tüm sözcüklerinin içine sızmıştır ve kendisini okuyanları tırmalar.
Beni çok tırmaladı. Onun yazdıklarına gürül gürül akan yaşamı, bana hep ilham verdi. Kimsesizler yurdunda büyüyen Genet, kitap çalmaktan tutukluyken “İdam Mahkumunu” yazıyor. Eşcinsel kimliğini hapiste de bir direniş yöntemi haline getiriyor. Sonra yazıyor ha yazıyor. Herkes onun üretimi karşısında suskunlaşıyor. Genet, büyük bir zekayla tırmaladığını çekiyor. Tüm edebiyat, felsefe, tiyatro çevreleri, her türlü sosyal imkan önüne seriliyor. Ama Genet, “aydın” olmayı reddediyor. Sadece söylemde değil. Çevresindeki “aydınlara” mesafeli duruyor. Benzerleriyle bir klan hayatı yaşamıyor. Bir yaşam tarzı üreten çevrelerden uzak kalıyor. Ama Genet, önce Fransa’nın, sonra dünyanın en ilgi çekici adamı haline geliyor. O ise bu ilgiyi yavaşça itiyor ve kendi arayışlarının peşine düşüyor. Nefret ettiği beyazların dünyasında “beyaz derili bir siyah” olduğunu fark ediyor. Bu fark ediş, onun özgürlük arayışını da yönlendiriyor.
Genet, yaşam veren zehirini yeteri kadar ortalığa saçtıktan sonra, bir süre edebi ürün vermekten vazgeçiyor ve bir Fransız yazarı olarak kendini dönüştürmekle uğraşıyor. Nasıl mı? Beyaz Fransızlığıyla hesaplaşarak. Dünyadaki özgürlük mücadeleleriyle bütünleşerek. Yanlışlarıyla ve doğrularıyla. Bu yaşam tercihini “Benden müdahale etmemi bekleyen insanların derhal yanında oldum” diye tanımlıyor. Bir bakıyorsunuz 50 yaşında 68 Mayıs fırtınasının içine karışıyor. Ruhunu kattığı bu hareketlerin sözünden besleniyor. Vietnam savaşı çıktığında, Genet bu savaşı durdurmak için kendini parçalıyor. Savaş karşıtı harekete katılıyor, elinden ne gelirse yapıyor. Genet’nin elinden çok şey geliyor.
Sonra Kara Panterlerle tanışıyor. “Beyaz derili bir siyah” diye tanımlanan Genet, onlarda kendini buluyor. Kendi sıkışmışlığını. Kendi kabalığını. Azınlık halini. Genet siyahlarla çoğalıyor. Bir süre sonra, Kara Panterlerin sesiyle ruhunun sesini birleştirerek tüm dünyaya bağırıyor. Bu çığlıkların o dönem önemli etkileri de oluyor. Genet, ulaşabildiği her yerde Kara Panterler için konferanslar veriyor, siyah hareketi anlatan konuşmalar yapıyor. Onlarla sadece “aydın destekçi” ilişkisi kurmuyor. Bir ezilen olarak, ezilenlerin ortak çıkışından duyduğu heyecanla sarılıyor Kara Panterlere. Ve diyor ki: “Nerede bulunursam bulunayım, kendimi daima insanların kurtuluşuna yol açacak harekete bağlı hissedeceğim.”
Öyle de yapıyor. Magrip’li göçmenlerle iç içe giren, onların dünyalarının sesi olmaya çalışan Genet, başını alıp Filistin’e gidiyor. Filistin yolculukları onun yaşamını değiştiriyor. Filistin’li fedailerle, halk hareketleriyle birlikte yatıp kalkıyor. Kendi yaralarını gösteriyor onlara. Filistin yarasına dokunuyor. Onlar halay çekerken, o yazıyor. Filistinliler tartışırken o bağırıyor. Susuyor. Susuyor. Yazıyor. Gördüklerini “Yüzler ve bedenler görmeyi bilenin gözleri önüne serili. Arap dünyasının üstünde gezinen o bulutu yaratmak, o dünyada çizilmiş mitolojileri parçalamak amacıyla bu sertliği istediği anlaşılıyor” diye anlatan Genet, Filistin davası adına da her yerde konferanslar veriyor, Filistin için uluslar arası kamuoyu oluşturmaya çalışıyor. Beyaz derili bir siyah olarak. “Filistinlilerin kurumlaşacakları gün onların yanında olmayacağım” diyen bir özgürlükçü olarak. Genet’nin Filistin çığlığı beyaz dünyanın yüzüne bir şamar gibi iniyor: “Homurdanan, abartılı, taşkın öfke, hiçbir şey olmama ya da çok az kimse olma hastalığını bir an için dindirebilecek bir ilaçtır. Ve öfke geçtiğinde bir kişi çıkacaktır ortaya. Anglosakson, bunun ne demek olduğunu pek iyi anlamamaktadır. Ancak Arap için boşluk ve hiçlik yaşanmıştır.”
Bununla da yetinmiyor. İçindeki başkaldırının peşinden giderek, eksiklerini de görerek, tüm başkaldırı hareketleriyle ilişki kuruyor. Ezilenlerin şiddetini anlamaya, anladığını anlatmaya çalışıyor. “Ne kadar kaba” deyip dudak bükmüyor. Yine Baader Meinof için çaba harcıyor. Örneğin Kızıl Ordu fraksiyonunun önderleri için Le Monde’da yazdığı yazı ortalığı ayağa kaldırıyor. .
Ama bu aykırı duruşa rağmen çevresine saçtığı büyü nedeniyle dokunulmaz olan “lanetli şair”, sistemin yüzüne bir şamar gibi inen eserleriyle, başında bir dokunulmazlık halesiyle dolaşan bir “aziz”e dönüşüyor.
Genet’nin Jean Paul Sartre’ı çok etkilediği bilinir. Sartre, bu azizi ölümsüzleştirmek isteyerek, ona, “Aziz Genet” diye isimlendirdiği altı yüz sayfalık bir deneme adıyor. Bu denemeyi, özgürlük kuramının bir örneği olarak sunuyor.
Gerçekten de Genet, ancak bir azizin olabileceği kadar yalnız yaşayıp yalnız ölüyor.
Azizlik korkutur. Genet hep korkuttu. Maruz kalmak yerine, kendine verilmemiş olanı isteyen, bunu üstlenen ve en uç sonuca vardırmaya kararlı bir adam olarak tanındı. Asla nabza göre şerbet vermedi. Şık laflar etmedi. Egosunu güçlendirmek için değil, yüreğindeki yangını dindirmek için yazdı.
Modern iletişim araçlarının insanı gömen klişe görüş ve düşünce batağının maskesini indirdi. Yeni sesler, yeni sözler yaratarak insanın çığlığını açığa çıkardı.
1986’da öldüğünde arkasında aşkla kazılan bir patika bırakmıştı. Gittikçe derinleşen bir patika.