2006’nın sonlarında, El Fem, Avrupa çapında bir şiddet konferansı düzenledi. İtalya’da düzenlenen ve çeşitli ülkelerden birçok feminist aktivistin ve kadın siyasetçinin katıldığı konferans, Türkiye’de pek duyulmadı. Avrupa kadın hareketi ve sola dair çok şey söyleyen bu konferans, mağduriyetle kurduğumuz ilişkiye dair, kaba da olsa bir fotoğraf veriyor diye, yazıma onunla başladım.
Konferansın amacı, şiddete karşı uluslararası bir kampanya planı çıkarmaktı. Bunun için şiddete ortak bakışın geliştirilmesi, kampanya için öncelikli konuların belirlenmesi hedefleniyordu. Ama konferanstan böyle bir sonuç çıkmadı.
Bunun birçok nedenini sayabiliriz... Sistem karşıtı niteliğini büyük ölçüde yitiren “Avrupa feminizmi”nin daha kapsamlı bir tartışmaya ihtiyacı var. Bu nedenle, zaten bu toplantıdan çok büyük bir beklentim yoktu. Ama bu kadarını da beklemiyordum. Çünkü bu konferans pratiğe yönelikti, bir kampanya çıkacaktı sonucunda… Buna rağmen, konferansta, “ne yapmalı” değil, mağduriyetler konuşuldu. Üç gün boyunca ne kadar acı çektiğimizi dinledim.
İtalya’ya varır varmaz, benden de benzer bir konuşma yapmamı istediler. Benim konuşmamın savaş üzerine olacağı daha önceden belirlenmişti. Ben de bu çerçevede, feminist hareketin, savaşa karşı etkili bir duruş içinde olmamasının nedenleri üzerinde teorik ve politik olarak duran, çeşitli öneriler geliştiren bir konuşma hazırlamıştım. Ama Türkiye’de kadınların uğradığı mağduriyetleri anlatmamı istediler. “Yaşadıklarını biliyoruz… Onları anlat…” diye insanlar bana sarılıyordu. Kimileri saçımı okşuyor, kimileri omzumu sıkıyordu… O kadar tatlı, o kadar sevecen, o kadar rahatlatıcılardı ve her şey o kadar inceltilmişti ki bunun dışına çıkmak çok zordu. “Hayır” dedim. “Ben buraya bir kadın örgütünün temsilcisi olarak geldim ve konuya ilişkin tartışmak istiyorum. Eğer toplantının konusu acılarımızı paylaşmak olsaydı, anlatacak çok şeyim var. Ama mücadelemizi konuşacağız…” Uzun ikna çabalarından sonra inadımı psikolojime verdiler herhalde, çünkü bazıları yanıma gelip “desteğe” ihtiyacım olup olmadığını, bana her türlü imkânı sunabileceklerini söylemeye çalıştı. Ben de konuşmama bu temayla başladım: “Size mağduriyet hikâyesi anlatmayacağım” girişiyle… Türkiye’den gelen bir feministe nasıl bir rol biçildiğini kendimce yorumladım ve hazırladığım konuşmaya bağladım.
Daha sonra tam da bu konuda başlayan tartışma güçlenirken, Bosnalı bir kadın söz aldı ve yaşadıklarını anlattı. Tabii gündem hemen dağıldı çünkü Avrupa’nın genelini temsil eden kadın örgütlerinin niyeti, gerçekten şiddete karşı mücadele etmek değil, seçtikleri mağdurlarla dayanışıp içlerini rahatlatmaktı.
Bu toplantıdan sonra, uzun zamandır gündemimde olan mağduriyet meselesine dair bir şeyler yazmaya karar verdim.
Evet, bir süredir mağduriyet konusu üzerine düşünüyorum. İnsanın kendi yaşadığı deneyimlere yeniden bakması, bunlar üzerine ikinci kez düşünmesi, son derece güçlendirici. Her şeyden önce, var oluşunun öznesi olabilmek için bir adım. Topluma bakmak, başka deneyimleri yorumlamak çok kolay ama kendi yaşadıklarını didiklemek çok zor… Bir adımdan sonrası pek atılmıyor. Yoruluyorsun ve yarım yamalak attığın adımdan tatmin oluyorsun. Erken boşalma yaşıyorsun ve dönüyorsun arkanı… Ama ikinci adımı atabilirsen başka bir evrene dalıyorsun. Özneliğin evrenine...
İşte son zamanlarda bu evreni hissediyorum.
Dünyadaki tüm kadınlar ve birçok erkek gibi, ben de, binlerce analize ilham verecek mağduriyetler içindeyim. Bunlar üzerine düşünürken çok zorlanıyorum ama eski defterleri karıştırdıkça girdiğim yeni ruh hali, hafiflik hali, ellerimi bu sayfalara bağlıyor. Hele son sekiz yıldır, kamuoyuna sergilenerek yaşadığım mağduriyet, başlı başına bir hayat deneyimiydi. Bu süreç, daha önce üzerinde düşünmediğim çeşitli durumları da bana gösterdi. Bunlardan biri, mağduriyetin, insan ilişkilerini ve politik varoluşu etkileme biçimi idi. Kendi mağduriyetimle boğuşmak, beni bu konuda daha duyarlı kıldı. Bu deneyimin etkisiyle çevreme daha dikkatli baktım, insanların ama özellikle kadınların mağduriyetle kurdukları ilişkileri hayretle gözlemledim ve kendimce sonuçlar çıkardım.
Dayanışma güzel şey…
Toplumun büyük bir kesimi, özellikle de özgürlüğü arayanlar, sürekli bir şiddet bombardımanı altında. Bu nedenle, ezilenlerin kurtuluş mücadelesi, aynı zamanda bir dayanışma hareketi oluyor. Zaman zaman kimimiz daha çaresiz kalıyor ve dayanışma buna odaklanıyor.
Genellikle, dayanışma, bir görev, bir iş, politik bir gereklilik olarak kuruluyor ve insanlar bu dayanışma atmosferinde tüketiliyor. Dostlar alışverişte görsün diye bir şeyler yapılıyor ama sonra şiddetin tokadını yiyen, yanağındaki izle yalnız başına kalıyor.
Şiddet mekanizmaları karşısındaki zayıflığımızın bir nedeni de birbirimize karşı yüzeysel duruşumuz… Emek yoksunluğu, sevme, anlama kapasitemizin zayıflığı yan yana duruşumuzu da zayıflatıyor. Bu da, sahici dayanışmanın gelişmesini baştan engelliyor. Oysa dayanışma olmadan hiç bir şey kurulamıyor. Mağduriyet karşısında dayanışma duygusu ve refleksi gelişmiyorsa, birbirimize özgün koşullarımıza göre el vermiyorsak daha sonraki adımları atmak da imkânsız.
İnsan, mağduriyetin ne olduğunu, tokat yiyince anlıyor. Hele tokatları ardı ardına yiyorsak, bir de tekmeyle yere çakılıyorsak… Bir el arıyoruz bizi kaldıracak. Sıcacık bir el nasıl güzel geliyor, nasıl güç veriyor, nasıl ısıtıyor elimizi, nasıl kalkıyoruz, nasıl yürüyoruz… Nasıl sevgiyle doluyor içimiz. Hayatımız boyunca yitirmeyeceğimiz bir sevgi kazanıyoruz. Dayanışma böyle güzel bir şey…
Yaşadıklarımın bana öğrettiği en önemli ders, dayanışmanın ne büyük, ne harikulade olduğudur. Şimdi bakınca “nasıl dayandım” dediğim olaylar sürecinde, öyle hakiki bir dayanışma yaşadım ki içimde büyüyen sevgi, beni kuşatan dehşeti içine çekti… Belki ben şanslıydım, bilmiyorum ama bu süreçte dayanışmanın ne olduğunu ve ne olmadığını öğrendim. Yüzeysellikleri, hakikilikleri, emektarlığı, duyarlılığı gördüm.
Sevginin, duyarlılığın, paylaşımın olmadığı bir yerde güzellik nasıl yeşerir ki? Mağduriyeti görmezsek, onunla yüzleşmezsek, yok ve doğal sayarsak, iktidar ilişkilerinin şiddetini meşrulaştırmış oluruz. Ama mağduriyeti görerek politika yapmak başka, mağduriyet politikası yapmak başka...
Politikayı mağduriyet üzerinden temellendirmenin, egemenlik ilişkileri içinde yaratılan kimlikleri ve rolleri, direniş adına sürdürmenin, böylece daha da güçlendirmenin bir başka adı olan mağduriyet politikası, günümüzde kadın özgürlük mücadelesinin önündeki engellerden biridir. Ama öyle bir engel ki karşımızda somut olarak görünmüyor. Çok içsel ve çok bize ait… Tam da bu nedenle, çok önemli…
Mağduriyet oyuncağı
Mağduriyet politikası çift taraflıdır. Mağdur açısından ve mağdurla ilişki kuran açısından... İki tutum da birbirine ihtiyaç duyar. Aynı zamanda bir egemenlik politikası olarak da işleyebilen bu politikayı dayanışmadan ayıran şey, mağduru durumuna kilitleyen yaklaşımdır. Buna göre mağdur ve onunla dayanışanlar arasında hiyerarşik bir fark vardır. Çok duyarlı olunmazsa, rahat bir biçimde egemenlik bağına dönüşecek olan bu ilişkinin hastalıklı hallerine yoğun olarak tanık oluyoruz.
Hatırlıyorum, cezaevinden yeni çıktığım süreçlerdi. Kamuoyunda oldukça gündemdeydim. Sürecin başından beri, bana giydirilmiş ve nefret ettiğim bir kimliğin öne çıkmasından rahatsızdım. Acil olarak 98 öncesine dönmek istiyordum. Pınar Selek öncesine… Sosyolog merakı ve özgürlük arayışıyla yürüyen, toprağı kazan ve özgürlük için sessizce patikalar oluşturmak isteyen Pınar’a… Bunu başarıp başaramadığım ayrı bir tartışma konusu. Ama o günlerde, dayanışmanın içinde olan feminist bir gazetecinin, kaba esprisi beni çok etkilemişti. Devlet tarafından mağdur edilerek kahramanlaştırılan birkaç isim sıralamış, “şimdi sen bunlardan biriyle büyük bir aşk yaşasan ne güzel olur…” demişti.
Hayretle ona baktım. Sonra, yaptığım ciddi yorumlarla, bu esprinin içine ettiğimi hatırlıyorum.
Ama bende izi kaldı.
O zaman daha yeni çıkmıştım dışarı. Şaşkındım biraz. Sonra bunun çok genel bir hal olduğunu, mağduriyet kimliğinin nasıl oluşturulduğunu, bu kimlik üzerinden ilişki kurmanın herkes için rahat olduğunu, bundan kurtulmaya çalıştığın zaman da bambaşka zorluklarla karşılaşıldığını gördüm, yaşadım.
Mağduriyet politikasının, en göze çarpan özelliklerden biri, özgürleştirici değil, bağımlılaştırıcı bir ilişkinin kurulmasıdır. Burada, mağdur olanın, hep aynı konumda kalmasını isteme çok belirgindir. Çünkü kişiyle değil, onun konumuyla ilişki kurulur ve mağdurun kişiliği ile konumu özdeşleşir.
Mağdur kimliğine doğrudan bağlı olan ve onun üzerinden kurulan “dayanışma” kimliği, iktidarla mücadele etmeden, kendini sorgulamadan bir konum verdiği için oldukça rahatlatıcıdır. Freire’in hepimize hediye ettiği “Ezilenlerin Pedagojisi”nde bahsettiği ‘sahte yardımseverlik’, bu konumun bir başka ifadesidir. “Hayatın reddedilmişlerini” hep avuç açmak zorunda bırakan sahte yardımseverlerin bilinci, kendilerini çevreleyen her şeyi egemenliğin bir nesnesine dönüştürme eğilimindedir.
Kurbanlık, bir egemenlik nesnesidir. Şiddetle yaratılan durum, bir kimliğe dönüştürülür ve “kurban” olan için, bu kimlikle yaşama koşulları yaratılır. Mağdura var olabileceği bir alan tanınır ve bu alanın dışına çıkması yadırganır. Mağduriyet konumunu vurgulayarak yapılan her şey kabullenilir. Ama bu konumu alaşağı eden bir iddia ortaya koyulunca, huzur bozulur. Rahat kaçar.
Kimi zaman mağdur, bir oyuncak haline gelir. O, bu kimlikten sıyrılınca da bazılarının elindeki oyuncağı almış olur. Elinden oyuncakları alınmış yetişkinler, çocuklardan daha haşin olurlar zaman zaman…
Kurban kimliğine sıkışma
Bu ilişkinin en yıkıcı sonucu mağduriyetin, öncelikle bunu yaşayan tarafından, bir kimlik olarak benimsenmesidir. Mağdur konumunda olan, önce dayanışmanın sıcaklığına kendini koyuverir, sonra konumunun kendisine sağladığı kolaylıklara… Tabii mağduriyet söylemi, işleri kolaylaştırmaktadır. Bu, aynı zamanda bir kazanç alanıdır. Mağdur, çok hızlı bir biçimde, sadece yaşadığı acılarla kendini kabul ettirebileceğini öğrenir ve mağduriyeti abartılı bir biçimde öne çıkarır, hep gündeme getirir. Bu, her zaman acındırma biçiminde olmayabilir. Ama insanlar, onun kadar acı yaşamadıkları için kendilerini hep suçlu saymalıdırlar. Böyle ilişki kurmaya alıştıktan sonra, başka türlü ilişki kuramaz hale gelinir. Kadınlığın kendi kimliğiyle bütünleşmesi, bu sürece en iyi örnektir. Öyle ki diğer toplumsal gruplar, kadınlığa atfedilen değerlerle mağduriyet silahını kurarlar. Konumu, kişiliğinin önüne geçince, tüm yetiler zayıflar, güvensizlik artar ve kurbanlık hali iyice yerleşir. Giderek, kurban olan, kendi konumuyla özdeşleşir, bunu bir kimlik olarak benimser, kendini bu konum üzerinden tanımlamaya başlar…
Egemenlik ilişkileri içinde yaratılan kimlikler sorgulanmadan, içine sıkışılan kimliğe güzellemeler yapılır. Acı, bal eylenir. Büyük elleri olan işçi posterleri, yırtık ceketler, boyasız ayakkabılar, işçi olma hali kutsanır… İşte bu kimlikler üzerinden geliştirilen politika, varolan kategorileri yeniden üretir. Dolayısıyla, kurban konumuna gömülme, iktidar ilişkilerini onaylamadır. Sadece bu kadar değil: İktidar ilişkilerini kalıcılaştırmadır.
Kurbanlığın marjinalliği
Kurban kimliğinin içine sıkıştırılan bu konum, bireyin ya da toplumsal grubun marjinalleştiği, araçsallaştığı bir durumdur.
Öyleyse, hak ve özgürlük adına yürütülen mücadelelerin marjinal konumlarının arkasında mağduriyet politikasının aşılamamasının etkisi var mıdır?
Muhalif olma iddiası, mağduriyeti ve sistemin yarattığı konumları aşma iddiası ve etkinliğidir. Oysa özellikle Türkiye’deki muhalefete mağduriyet politikasının hakim olduğunu görebiliriz. Solun gündemi, daha çok işkenceyle ve cezaevleriyle meşgul. Sol, toplumsal iktidar ilişkilerine karşı çok yönlü bir mücadele yürütme kapasitesini zorlamak yerine, daha çok kendisine yönelik baskılarla gündeme geliyor. Sistem karşıtı yönünü, söylediği ya da geliştirdiği alternatifleri, açtığı farklı patikaları kendi gündeminden de çıkararak, sadece sistem tarafından nasıl mağdur edildiğini gündeme getirmekle yetiniyor ve politikasını bu mağdur kimliği içinden yapıyor.
Mağduriyet üzerine kurulan kimlik, insanın tüm yeteneklerini köreltiyor. Bir süre sonra, avukatsa avukatlığından, gazeteciyse gazeteciliğinden, doktorsa doktorluğundan, ekonomistse ekonomistliğinden, zanaatçıysa zanaatından kopuyor ve sadece mağduriyeti üzerinden konuşuyor. Konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor… Buna iyice alışıyor. Öyle ki geçmiş mağduriyetlerin etkisini kaybettiği koşulda yeni “baskılara”, “göz altılara”, “hapislere” ihtiyaç duyuluyor.
En iyi bilinen şey bunu konuşmak oluyor çünkü…
İstisna hali
Mağduriyetin bir kimlik olarak benimsenmesinin yarattığı en yıkıcı sonuç, yaşanılan deneyimin dünyanın, yaşamın, evrenin merkezine konulmasıdır. Schimitt, egemeni, “istisna haline karar veren kişi” olarak tanımlıyor. Örneğin ABD, “çağdaş ve demokratik” dünyada hukukun, ahlakın, en temel insani değerlerin askıya alınması için “istisna haline” karar veren tek güç gibi görünüyor. İstisna hali ise, her seferinde, bir çeşit mağduriyet söylemiyle mantığa bürünür. Bu söylem, aniden egemenlik üslubu içinde dönüşerek kuvvetin eteğine asılı zillerden biri haline gelir.
Egemenin bu ayrıcalığına karşı, ezilen, şiddete uğrayan, mağdur edilenler de, genellikle tersten bir ayrıcalık durumu tanımlarlar. Tıpkı egemenin benmerkezci konumu gibi, mağdur da istisna durumunu kendi ekseninde görür… Mağduriyet, onu istisna evrenine sokmuştur. Çoğu zaman şiddet karşısında, istisna haline karar vererek direnilir. Mağdur kimlikli insan, yaşadığı haksızlığa odaklanarak başkalarında onaylamadığı davranışları, her şeyi kendine hak görür ve kendi şiddetini mağduriyet söylemiyle bezer. Çünkü kurbanlık konumu, iktidar talep etme konumudur aynı zamanda.
Agamben der ki : “Acı ve yönünü yitirmişlik duyguları ve bunların bireysel ve toplu ifadeleri, kendine özgü bir kültürle ya da belirli bir kültürel modelle sınırlı değildir. Göründüğü kadarıyla, bunlar, insanlığın ve insanlık durumunun, özelikle marjinal ya da sınır durumlarında ifadesini bulan içsel özelliklerdir”
İsrail ne yaparsa yapsın “suçlu” değildir. Tarihindeki tarifsiz mağduriyeti, “istisna halini” sürekli belirliyor. Şiddeti bütünlüklü sorgulayarak ve şiddet sisteminin diğer mağdurlarının deneyimleriyle ortaklaşmak yerine, mağduriyetini kendi şiddetinin dokunulmazlığı olarak kullanıyor. Irak’taki Kürtler ve Şiiler de, mağduriyet kostümüyle aynı roldeler. Tarihlerindeki kıyımlar, yaşadıkları aşağılanmışlık onlara her şeyi hak kılıyor.
Mağdur kimliğinin içine giren, ezeli bir alıcı rolünü, ne yaparsa yapsın suçsuz yargısını takıyor omzuna… Eleştirilmez, dokunulmaz, yargılanmaz oluyor.
İnsanların, ezilenlerin, kadınların kendi içlerinde eşit olmadıkları ve bu eşitsizlik bilinciyle davranılması gerektiği aşikâr ama “istisna halleri” bu konumları sadece daha çok pekiştiriyor.
Mağduriyet politikasından özgürlük çıkmaz
Bazı kadınlara “nasılsın?” diye sormaya korkarsın. Hep kötüdürler. Korkunç hastalıkları vardır. Başlarına arka arkaya bir sürü terslik gelmiştir. Maddi sıkıntıları vardır. Bazılarında, bu oldukça tipiktir. Güzelliklerden değil, sıkıntılardan bahsederler arka arkaya… Hani denmez ama sorduğuna pişman olursun… Bir de nispet yapar gibi anlatılır dertler… “Bak, benim derdim senden çok… Ben daha kahramanım… Kimse benden bir şey istemesin, beklemesin…” denir sanki.
Peki, bunlar yalan mı? Kadınlar çok mutlu da, hikâye mi anlatıyorlar?
Aslında yaşadığımız, gerçekten hayat değil. Sorulunca ne söyleyelim? “Çok iyiyim, canavar gibiyim” mi diyelim? Yoksa “Hayatım tozpembe… Aşktan ve sevinçten uçuyorum… Tüm dünya benimle barışık… Huzurluyum” mu diyelim?
Öyle değil. Hiç de öyle değil. Bu eşitsizlikler dünyasında kimin maddi sıkıntıları yok? Şiddetle, adaletsizlikle, iktidar mekanizmalarıyla kuşatılmış hayatlarımızda terslikler olmaz mı? Olur… Savaşın, yıkımların ortasında huzurlu muyuz? Hayır… Doğanın dengesini bozarak kendi dengemizi de yitirmiyor muyuz? Evet. Beton, naylon ve sentetik kentlerde mutlu muyuz? Hayır.
Nasılsın? Cevap nedir? Buna kolay cevap verilemez, tamam. Üstelik hayatı bir cehennem olan kadınlara “nasılsın?” diye sorarsak alacağımız cevaptan rahatsız olmamalıyız. Yaşanan acıları, sıkıntıları, çıkışsızlıkları paylaşmak lazım... Paylaştıkça ortaklıklar görülecek, karşılıklı dayanışma gelişecek.
Burada “karşılıklı” kavramı çok önemli... Mağdur konumuna sıkışan insan, dinlemez, sadece anlatır. Karşısındaki konuşmaya başladığında, onu kendi dertleriyle susturur.
Sonra ne olur?
Dertlere tutunarak yaşanır. Hani diyorlar ya: “Acılara tutunmak…”
Mağduriyet durumunu, en etkili bir silah haline getiren, onu en incelikli, en
estetik, en “kutsal” bir biçimde kullanan kadınlardır. Peki, bu silah, kadınlara ne
sağlıyor? Şimdiye kadar ne sağlamış? Mağduriyetin acılarına tutunarak, kurtuluşa
erişen kadın var mı?
Hayır. Kadınların deneyimleri gösterdi ki, mağduriyet politikasından
özgürlük çıkmaz.
Zayıflığa sığınma ve zayıflık üzerinden hak arama, eğer bir kere sonuç
verdiyse, bu yolun rahatlığına saplanılır. Herhangi bir konuda zorlanınca, kadınlık,
Kürtlük, eşcinsellik, sakatlık vurgulanır. Bu kimlikler, gerçekten pek çok sorunun
görünür- görünmez nedeni ya da etkenidir ancak bir yandan da hemen ve sürekli
sığınılan limanlardır.
Bunca mağduriyetten sonra limana sığınmışız, çok mu?
Yaşadığımız fırtınalı denizde tabii ki güç toplamak, dinlenmek ve her
şeyden önce tehlikelerden sakınmak için limanlara sığınacağız. Ama biz bu
denizde yaşıyoruz ve yüzmeyi nasıl öğreneceğiz? Her zorlandığımızda, limanlara
sığınırsak yüzmeyi öğrenemeyiz.
Özgürlük, insanın dışında bir ideal, sığınılacak bir liman değildir. Şimdinin gerçekliğini değiştirme gücüdür. Armağan olarak alınmaz; yaratılır, doğrulur, büyütülür, sulanır. Yaşadığımız bu şiddet kasırgasında, özgürlüğün izini, sürekli ve sorumlulukla sürmek gerekir. Kendi şiddet deneyimlerimiz önemli bir çıkış noktası olabilir. Öncelikle kendi mağduriyetlerimizi görmeliyiz. Kendi deneyimimizden yola çıkarak, tüm egemenlik ilişkileri içinde mağdur olan toplumsal gruplarla bağ kurar, uğradığımız şiddeti, bunun etkilerini unutmadan ama buna sıkışmadan gündemimizi geliştirirsek kendi var oluşumuzu yaratabiliriz.
Bunun için, öteki olmanın avantajlarını terk ederek ama kendi deneyimlerimizi unutmadan yüzümüzü başkalarına dönelim. Bakmak ve dinlemek için. Emek harcamak ve şiddetin izlerini birlikte aşmak için. Sahici dayanışma örnekleri yaratmak için. Ötekilerle kurulan hakiki diyaloglar çatışmayı, kendini sorgulamayı, eleştiri ve özeleştiriyi, dönüşmeyi ve dönüştürmeyi sağlar.
Kendi deneyimini ötekinin deneyimleriyle birlikte yeniden düşünmek, geleceği kurmak açısından güç yaratır.
Bu gücü hissetmek çok güzel ve tüm sıkıntılara değer gerçekten…
Pınar Selek, Otonom, İstanbul, 2005, 9
|
|