Bu coğrafyada yirmi yıldır kök salan feminist mücadele tarihinin filizlerini her yerde görüyoruz artık. Ticaret, siyaset, sanat ya da bilim alanında, kimse kadını yok sayarak adım atamayacağının farkında. Cinsiyet sorunu görülmese bile, her yerde kadına dair bir söz, diyelim bir övgü ya da bir dayanışma mesajı hatta gösterisi görüyoruz. Bunları arka arkaya her gün yaşıyoruz. Artık kadınlar gündemde…
Ama feminist mücadelenin asıl başarısı, her alanda kadınların kendi hayatlarıyla ilgili daha cesur politika yapabilme noktasına gelmesidir.
“Oyunu bozuyorum” da bu çıkışlardan biri. 5. Sokak Tiyatrosunun kurucuları Övül Avkıran ve Mustafa Avkıran çiftinin yönettiği, Övül Avkıran’ın oyunculuğunu üstlendiği “Oyunu Bozuyorum” geçekten de bir gösteri formatında tasarlanmış gibi.
Tek başına bir kadın, karşımıza geçmiş bağırıyor. Bedeninden bahsediyor. “AM” diyor. “Benim hiçbir organım küfür değil” diyor. Korkularını anlatıyor. Yaşadıklarını. Cesaretle, kendi varlığının politikasını yapıyor. Eylem yapıyor.
Garaj İstanbul’da bir kadın eyleminin içine düştüm. Yok, kalabalık değildi. Tek başınaydı Övül Avkıran. Tek başına, kendi özelinin politikasını, hayatının eylemini yapıyordu. Onu izledik sessizce.
Eylem boyunca bir çığlık dinledik. Bir kadının çığlığını…”Bu beden benim. Hiçbir otoritenin, kocamın, babamın, erkek kardeşimin ve hatta hiçbir hâkimin, benim bedenim üzerinde söz söyleme hakkı yoktur” cümlesini mesela. Ya da “Yeter diyorum duyuyor musunuz, aile, ahlak, sevgi, toplum gibi değerleri kutsayarak işinize gelmeyen gerçekleri saklamanıza izin vermeyeceğim…” sözlerini…
Oyun, oldukça ağır bir anlatının üzerine oturuyor. Meltem Arıkan’ın kaleme aldığı metinde, bir kadın, kendinden ve varoluş yolculuğundan yola çıkarak, kadın erkek ilişkilerini, cinselliği, namus kavramını, cinsel şiddeti, ensesti, pedofiliyi, kadına yönelik çeşitli baskı mekanizmalarını, inançları, ataerkil aile yapısını sorguluyor. Bedeniyle yeniden konuşuyor, onunla yeniden ilişki kuruyor. Bu sorgulamalarını yüksek sesle seyircilerle paylaşıyor. Sonra hep birlikte bir isyan deneyimini izliyoruz. Bir kadının; kendi varoluşu için başkaldırmasını görüyoruz. Sahnede bu sergileniyor. Metnin genel üslubu, yaşanan bu sorunları seyircinin yüzüne çarpmak ve kadınları mücadeleye çağırmak hedefini hissettiriyor.
Övül Avkıran, çeşitli zamansal ve mekânsal sıçramaları, iç ve dış sesleri, yaşanan farklı şiddet deneyimlerini, oyunun başından sonuna kadar zayıflamayan bir performansla, heyecanla paylaşıyor seyirciyle. Heyecanını eylem çağrısında da hissettiriyor.
Ama ben pek heyecanlanmadım. Övül Avkıran’ın güçlü oyunculuğuna rağmen… Onu daha çok bir eylemci gibi izledim. Bir de ben, izlediğim, tanık olduğum ya da katıldığım eylemlerde genelde çok heyecanlanırım. Burada içim şöyle bir titremedi. Çarpıcı kılınmaya çalışılmış sahnelemeye, biçimde ezber bozma arayışına, uygulanan yaratıcı tekniklere rağmen sürüklenemedim. Simsiyah zeminde akan yazıların, video görüntülerinin arasında kendi varlıksal haykırışını gerçekleştiren kadın çok tanıdıktı üstelik. Anlatılan hikâye de öyle… Çok yakıcı olarak yaşadığımız sorunları dinledik arka arkaya… Hepsi birbirinden önemli varlıksal sorunları dinledik. Öyleyse neden? Neden kendimi sıkılmış hissettim oyun sırasında?
Çünkü gerçeğin şovu, gerçekten akmıyor insanın içine. Acının gösterilme biçimi, acıyı da başka bir forma sokuyor. Tüm acıları peş peşe dizmek, her birini bağlamından koparıp salt “acı” olarak sunmak, etkilerini azaltıyor. Her şeyi söylemek adına, tüm sorunları arka arkaya vermek, hepsini sıkıştırmak ve bu kadar slogansılaştırmak, izleyen-dinleyen açısından bence bir sıkıntı yaratıyor. “Ayağa kalkmam lazım, şimdi. Yarın değil, şimdi… ŞİMDİ!” diyor bir kadın. Artık sokak eylemlerinde bile söz, bu kadar yüzeysel ifade edilmiyor…
Metinde çok önemli sözler var. Örneğin, cinsel organların küfürleştirilip isimlerinin kullanılamaz olmasına karşı bir tavır alınıyor. Kadının bedeniyle ve cinselliğiyle yeniden ilişki kurduğu, aileyi ve ataerkil kurumları açıktan sorguladığı bir tutum görülüyor. Ancak bunlar, çeşitli klişelerle ifade edilen kaba feminizmden öteye gitmiyor. Örneğin, ataerki erkeğin “iktidarsızlığına” bağlanıyor. Sadece bu da değil. Metin bu kaba feminist sloganları, anti feminist hıçkırıklarla sunuyor.
Belki haksızlık yaptığımı düşünebilirsiniz ama “Oyunu Bozuyorum”u izlerken, cezaevinde kaldığım süre içinde koğuşlarda sergilenen kimi oyunları hatırladım. Oldukça yetenekli, zeki gençlerin heyecanla sergiledikleri oyunlardı bunlar… “Bilinçlenen” bir proleteri, isyan eden bir genci, dağa çıkan bir kadını anlatıyorlardı. Çoğu kaba sol sloganları arka arkaya sıralıyor ve yumruklarını havaya sallayarak eylem tadında bir oyun çıkarıyordu. İzleyenlerden çok kendileri bu tadı alıyorlardı ama…
“Oyunu Bozuyorum”da da bu tatsızlığı hissettim. Övül Alkıran’ın yeteneğiyle birleşen performansı başta olmak üzere, oyuna emek harcayan pek çok insanın samimiyeti sayesinde sonuna kadar bekledim. Onlara teşekkür ederim. Feminist mücadelenin heyecanıyla ortaya atıldıkları için. Hissediyorum ki bu yetenek, samimiyet ve arayış kadınlara daha güzel hediyeler sunacak…