Su Kirlendi...(2002)
Bundan 55 yıl önce, Behice Boran ve Adnan Cemgil, Barış Derneği'ni kurarak Türkiye'nin Kore'ye asker göndermesine muhalefet ettikleri suçlamasıyla "vatana ihanetten" yargılandılar.
Bu tür abuk sabukluklara alışığız biz. Gülümsediğinizi ve "bu da bir şey mi" diye mırıldandığınızı görür gibiyim. Söz konusu mahkemenin gerekçeli hükmünde şöyle diyordu:
"Hindistan Başbakanı gibi asker göndermek yerine, barışçılık öğütleri yapmakla yetinmek, Türk milletinin karakterine ve ahde vefa düsturuna uymayacaktır." Kore'ye asker göndermenin neden gerekli olduğunu anlatan mahkeme, bundan "Amerika'nın büyük menfaatlerinin yanında, TC'nin de menfaati" olduğunu belirtiyor.
Güldüğünüzü görüyorum. Gazetelerde son günlerde çıkan haberleri hatırlatıyorsunuz. Başbakan Tayyip Erdoğan "Amerika ile aramızı kimse bozamaz" diye konuşuyor.
Türkiye'deki yaygın ABD karşıtlığını inkar ederek ve dayandığı tabana, kendisini başbakan yapan seçmene bir tekme vurarak diyor ki: "Türk halkı yarım asır boyunca dayanışma içinde olduğumuz ABD'nin, daha sonra AB üyeliğimizden, terörle mücadeleye ve enerji güzergahlarının belirlenmesine kadar bize verdiği desteği unutmadığı gibi..."
50 yıl önce Barışçıları yargılayan mahkemenin ifade ettiği "ahde vefa düsturunu" hatırlatan bu sözlerin sahibi, aynı düsturdan hareket ederek İsrail'den casus uçaklar almaya hazırlanıyor.
Bu gelişmeler beni ve yakın çevremi şaşırtmıyor. Ama ben, İslami söylemleri nedeniyle AKP'ye oy vermiş çoğunluğu düşünüyorum. Filistinlilerin ve Iraklıların dramını yakından takip eden AKP seçmeni şimdi nasıl bir hayal kırıklığı yaşıyordur.
Son zamanlarda sürekli tekrar ettiğim bir cümleyi anımsıyorum: "Ben politikayı öğrenmeyeceğim, politikacı olmayacağım".
İnsanlar arası ilişkileri kastederek söylediğim bu söz, apolitik olmaya değil, egemen siyasetin reddine vurgu yapıyor.
Politikanın kelime anlamı "çok yüzlülük." Tabii sonradan başka anlamlar kazanmış. Ama ahlaki duruşları engelleyen ve tüm ilkeleri dejenere eden egemen politika, kelime anlamına çok uygun düşüyor.
Bu politikayla tüm fikirler, tüm idealler, tüm amaçlar anlamsızlaşıyor ve iktidar hesapları en güzel değerleri tüketiyor. Her sözüyle, her tavrıyla, her hareketiyle özgürlüğe, demokrasiye, eşitliğe tecavüz ediyor.
Büyük çoğunluğu oluşturan ezilenlerin politikadan böyle uzak durması boşuna değil. İnsanları geri tutan sadece korku ya da bananecilik değil.
İnsanlar, temizlik adına akan suyun da kirlendiğini görerek tiksintiyle geri çekiliyorlar.
Menfaat değil ahlakı büyüten, hesapları değil, ilkeleri geliştiren yaklaşımlar ne kadar az!
Ama biliyorum ki ülkemizde bu anlayış zorluklara rağmen kök salıyor. Ilık, soğuk sular kayaların arasından hafif hafif akıyor.
Bu kaynaklarda yıkanalım. Kısacık hayatımızı dürüstlüğün ve ahlakın dingin sularında geçirelim.
Bunun için öncelikle kirli suları kanalizasyona akıtmamız lazım.
İnadına...(2002)
Bu sabah yolda yürürken anılara daldım. Yüzyıllık anılara. Binlerce, onbinlerce insanın paylaştığı, yaşadığı, tanığı ve sanığı olduğu anılara.
Dudağımda bir gülümsemeyle kendimi yakaladım. Çünkü bu anılar gizlilik anılarıydı. Heyecandan kalbimizin göğsümüzü parçaladığı anılar. Adnan Cemgil Nazım'ın trendeki ilk TKP randevusunu ne hoş anlatırdı.. Sonra genç abilerden, ablalardan dinlerken soluk soluğa kaldığım kovalamaca hikayeleri. İllegal evlerde neler yaşanmamış ki! Çocukluğumda bana masal gibi gelirdi. Şiir okumanın, kitap okumanın, dergi okumanın maceraya dönüştüğü bir coğrafyanın çocuklarıyız. Büyüdükçe bu maceraya biz de atıldık.
Evet macera. Bu coğrafyada muhaliflik bir macera oldu. Neler yaşadık! Oscarlık filmler solda sıfır kalır. Sonra bir gün izlediğimiz filmlerde oyuncu olmaya karar verdik. İçine girdik. Daniel Bendit'in dediği gibi "Biz devrimi çok sevdik" Hala seviyoruz. Çeteci, militarist bir siyasal yapı karşısında olduğumuzu hiç unutmuyoruz. Bu nedenle, bir yandan demokrasiyi, şeffaflığı geliştirmeye çalışırken bir yandan da katliam faili sistem karşısında kendimizi kolluyoruz. Egemenlerin acımasız yönelimleri karşısında bizi direniş anıları ısıtıyor. Korkunç kıyımlara göğüs gererken bile bir heyecan rüzgarı yaratmayı başarıyoruz. Gelecekte tarihimiz yazıldığında söylediklerimizin, taleplerimizin, politikalarımızın yanında maceralarımız, gizlilik koşullarında yaşadıklarımız, zorluklarla boğuşmalarımız da anlatılacak.
Ne yazık ki uzun yıllar bu coğrafyada devrimciliğin en çekici yönlerinden biri gizliliği, mistikliğiydi. Anılarımızı anlatırkenyüreğimiz kabarıyor. Ben fazla kabarmasın diyorum. Çünkü bu anılar aslında savaş anılarıdır. Özgürlük ve demokrasi savaşla kurulmaz. Çünkü savaşın yarattığı kültür iki tarafta da demokrasiyi değil çeteciliği geliştirir. Ülkemizde askeri darbelerle savaş iyice kurumsallaşmıştır. Bu koşullarda gelişen mücadeleler ise savaşa dönüşmüştür.
Yürüttüğümüz mücadelenin yöntemi kişiliğimizi belirliyor. Egemen sistemin savaşı sürdürmekte ısrarı bu yüzdendir. Aynı savaş yöntemi seni karşıtına benzetiyor. Bugünle sınırlı sandığımız bir çok uygulamanın tarihi var, bizimle de geleceğe taşınıyor. MOSSAD'ın Nazi direnişi sırasında, hatta toplama kamplarında yürütülen ayakta kalma mücadelesi içinde olgunlaştığı söyleniyor. Bugün bizi tiksindiren uygulamaların hemen hepsi direniş koşullarında ortaya çıktığı için uygulayana da, seyredene de meşru geliyor. Çetecilik geleneği iyi anlaşılmak isteniyorsa İttihat Terakki tarihi iyi incelenmelidir. Çünkü bu gelenek hala etkisini sürdürüyor. Bu geleneğin Çanakkale cezaevinde Sema Yüce'ye yaşattıkları biliniyor. Biz olup bitenleri Sema kendini ateş topuna çevirdiğinde öğrendik.
Ben İttihat Terakki'yi cezaevindeyken, tutsaklık içinde şekillenen sol örgütlerin yarattıkları kültürü gözlemlerken inceledim. Bu yoğunlaşmadan "Barışamadık" kitabı doğdu. Yazarken hesaplaştım. Kendimle, tarihimle, reflekslerimle.. Barışın, demokrasinin, özgürlüğün ortak değerlerle yaratıldığını anladım ve bu değerlerden taviz vermemeye yemin ettim. Bu yeminimi tutmazsam kendi kendimi boşa çıkarmış olurum. Kendi kendimizi hep boşa çıkarıyoruz. Bu yüzden demokrasiye, özgürlüğe adım atamıyoruz.
Evet haklıyız kazanacağız. Ama ne kazanacağız? Sevgi mi? Adalet mi? Özgürlük mü? Değilse, çektiğimiz bunca çilenin ne anlamı var? Sadece bizim de macera anılarımız olsun diye mi? İttihat Terakki'nin maceralarını okuyunca kendimi James Bond filmlerinde hissettim. Ama ben ne James Bond, ne de İttihatçı olmak isterim.
Sadece iktidarın el değiştirmesini mi istiyoruz? Tek hedef devleti ele geçirmek mi? Mesele devlet değil, devleti kimin yönettiği mi? O zaman problem yok. Yaptığımız herşeye meşruiyet kazandırabiliriz. Ama derdimiz devleti aşmaksa, amacımız özgürlükse ne olacak? Özgürlük amacına her araç gitmiyor. Pragmatizm özgürlük karşısında işlemiyor. Özgürlük ilkeli olmayı, ölesiye ilkelerinin arkasında durmayı gerektiriyor.
Savaşa ve yaşadığımız tüm zorluklara rağmen, demokrasinin, özgürlüğün boğulmasına izin vermeyelim.
Yoksa hiç birşeyin anlamı kalmaz.
Baldan Umut (2003)
Birkaç haftadır yazmıyorum. Sadece işlerin çokluğundan değil. Yazmadım. Biraz susmak istedim. İçimde biriken sözlerin kalbimin süzgecinden akmasını bekledim. Onları damıttım, havalandırdım.
Şimdi yeniden başlarken, sizlerle bir hikayeyi paylaşmak istiyorum. Lise yıllarında dinlediğim bir hikaye. Yürüttüğümüz özgürlük ve demokrasi mücadelesindeki duruşumuzla etkimiz ve başarımız arasındaki ilişkiyi bize sorgulatan bir hikaye. Beni çok etkilemişti. Tüm arkadaşlarıma anlattım. Bazıları biliyorlarmış. Gerçek olması muhtemel. Öyle diyorlar. Hatta anlatanlar adres bile gösteriyor.
Kısaca şöyle: Köyün birinde arıcılıkla uğraşan bir ailenin beş altı yaşlarındaki çocuğu yemeden içmeden kesilivermiş. Su ve bal dışında bir şeyin yüzüne bakmıyormuş. Ne ekmek, ne süt, ne şeker kesinlikle yemiyormuş. Ailenin, akrabaların, arkadaşların, tüm köy halkının çabaları işe yaramamış. Ufaklık balı parmaklıyor, başka hiçbir şeyi ağzına koymuyormuş. Gitikçe zayıflayan çocuğu doktor doktor, hoca hoca gezdirmişler. Büyülere, telkinlere götürmüşler. Para etmemiş. Çocuğun gözü baldan başka bir şey görmüyormuş. Tabii ağzı ve midesi de öyle.
Sonra bir gün bilen kişiler bir erenden övgüyle bahsetmişler. Hergün bir kapıya giden aile, iskelete dönen çocuğu alıp eren kişinin kapısına varmış. Yaşlı adam onları uzun uzun dinledikten sonra bir iç geçirmiş ve demiş ki "bilmiyorum belki elimden birşey gelir ama bana on gün müsaade etmeniz gerekir. Yine de size söz veremem. On gün sonra ne olur bilemem. Belki bir yardımım dokunur." Ailenin tüm ısrarlarına rağmen yaşlı adam on gün sonra görüşmek üzere onları yolcu etmiş.
On gün boyunca çocuğu kapı kapı gezdiren, ufaklığın hiç bir telkin tınmayan sabit bakışlarını ve iyice güçsüzleşen bedenini umutsuzca izleyen aile, on gün sonra yaşlı adamın karşısına çıkmışlar. Yaşlı adam sabırsızlıkla kendisine bakan anneyle babanın elinden çocuğu tutup yanına çekmiş, ona şöyle bir bakmış, "baldan başka şeyler de yeniyor, daha iyi oluyor" demiş ve bir parça ekmek uzatmış. Çocuk da başını sallayıp ekmeği kemirmeye başlamış.
O günden sonra herşeyi yemeğe başlayan çocuğun ailesi bayram etmiş tabii. Ama babası bir yandan da büyük bir meraka düşmüş. "Bu dervişin söyledilerini bin kere başkaları da söyledi. Daha güzel, daha etkileyici laflar edenler de oldu. Ama çocuk niye bu adamı dinledi? İhtiyardaki keramet nedir? Dur hele... Belki işime yarar... İşin sırrını öğrenirsem herkese istediğim herşeyi yaptırırım" deyip yaşlı adamın peşine düşmüş. Onu görür görmez dolambaçlı yollardan sorusunu sormuş.
Derviş bu karmaşık laflar içindeki soruyu farkedince gülümsemiş. "Basit" demiş. "Ben de bal düşkünüyüm. Kulübenin arkasında iki kovan var. Bazı günler sadece bal yiyorum. Başka şey yemek hiç canım istemiyor. Zorunluluktan yiyorum. Siz çocuğu getirdiğinizde ağzımdan çıkan sözün sahibi olmak için on gün müsade istedim ve on gün ağzıma bal koymadım. Zor oldu ama başardım. Gördüm ki baldan başka şeyler de yenirmiş. Bunu söyledim. Çocuk benim kendi söylediklerime yürekten inandığımı hissetti. Bu nedenle inandı" demiş ve keramet avcısı babanın gözlerine bakıp sözlerini şöyle bitirmiş:
"Yürekten akan sözler yüreğe akar. Ağızdan çıkan sözler ise bir kulaktan girer bir kulaktan çıkar.."
Hikaye böyle bitiyor.
Demokrasi, özgürlük, solculuk, devrimcilik, onur, ahlak... Birçok kavramın sloganlaşıp ranta bulaştığı, ortalığı inançsızlık sardığı bir dönemde, bu hikayeyi hatırlamak bile bana güç veriyor. Umut veriyor...
Umarım herkese verir.
|
|