Kabadayılığın ve kuvvetin konuştuğu yerde herkese susmak düşer, değil mi? Hakiki olman, haklı olman, yaşamın güzelliğini taşıman bir anlam ifade etmez değil mi gücün gerçekliği karşısında?
Evet mi?
Şiddet bir kere konuşmaya başladı mı çevresindeki tüm renkleri siliyor, sesleri susturuyor, değil mi? Gittikçe büyüyen uğultunun içinde, kalabalıklar nasıl da şiddete dönüyor? Onun şiddeti öbürünün gerekçesi oluyor. Bir süre sonra, gerekçe de konuşulmayacak. Sessiz çoğunluk, yüzlerini kim güçlüyse ondan yana dönmeye başladılar bile. Çünkü güvercinlerin vurulduğunu, karıncaların ezildiğini, kadınların boğulduğunu biliyorlar.
Şiddet bir yangındır: Her şeyi yakar. Renkler silinir, tuz kokar, pınarlar mazot kaynağına dönüşür ve artık kimse yıkanamaz.
En kötüsü de bu yangını durdurmak çok zor... Eline meşaleyi alan, dans ederek dalıyor çalıların arasına. Alevlerin büyüsü gücün donduruculuğuna ekleniyor… Bu öyle bir büyü ki çocuklar yanıyor, insanlar en sevdiklerini atıyorlar ateşe…
Şu sorunun cevabını herkes biliyor oysa: Yangın kimin işine geliyor?
Herkes bir sürü cevap veriyor: Tabuların bekçilerine. Renklerden nefret edenlere. Canlılık içinde kendini cansız hissedenlere. Korkuya ihtiyaç duyanlara.
Behice Boran yıllar önce, Ankara’da yedi TİP’li genç öldürüldüğünde, bu kundakçılara şu cevabı vermişti: “Bizi kendi sahanıza çekemeyeceksiniz.”
Demokrasi mücadelesi zordur ama yakmaz. Öyle kökler atar ki yangın olmazsa yıkılmaz kolay kolay. Bu nedenle siyaseti bir egemenlik sahnesi olarak görenler en çok demokrasi mücadelesinden korkarlar. Sürekli engeller çıkar önünüze, dik yamaçlar, uçurumlar… Sebat, dayanıklılık ve sınırsız bir inanç gereklidir patikayı sürdürmek için… Ama Türkiye’de patika süremedi bir türlü. Yangın hiç durmadı, önce çiçekler, sonra ağaçlar ve toprak yandı. Bu yüzden gittikçe çoraklaştı zemin. Bozulan su, hiç eskisi gibi olmadı.
Ama ne zaman soluklanma olsa, dumanlar biraz dağılsa, yanmamış varlıklar hareketleniyor, el ele tutuşup yaşamı büyütmeye çalışıyorlar. Ama birden bire evin penceresinden meşale atılıyor içeri. Hep böyle oluyor.
Uzun süredir söndüremediğimiz yangın evimizi sardı. Camlar kırıldı, çocuk öldü. Ağlamalar, haykırışlar arasında meşaleleri kapan fırladı dışarı.
Acılara, ağıtlara, beylik raconlara abanan ateş bulutu giderek güçleniyor. Yangın, kutsallıkların yeline binmiş yayılıyor her yere… Ölüm acısı, namus belası, şeref ve haysiyet nidaları alevleri daha da büyülü kılıyor.
Ne yapacağız?
Son zamanlarda konuştuğum herkes çaresizlik içinde. Yangının parlaklığı içinde sözler de yanıyor. Ne yapsak ses çıkmayacak gibi… Elimizdeki küçük taslarla şehrin yanmasını nasıl durdururuz diye düşünüyoruz. Taslarda sanki su değil, mazot var…
Belki yakında her şey kül olacak. Bu ne soyut bir söz gibi geliyor değil mi? Ateş soyut bir havayla yaklaşır ama sonra yakar. Görünen köy kılavuz istemiyor.
Bence tutunmayı sürdürelim birbirimize. Tutunalım ve ateşin büyüsünden kurtulalım. Yanan hiçbir varlığın bir daha geri gelmeyeceğini, sadece kin tohumlarını çoğaltacağını bilerek. Davranalım… Sebatla, sınırsız bir inançla… Mucizevi bir güzellik olan yaşama olan sevgiyle.
Ancak büyüsünden kurtulduğumuz zaman, ateşi söndürebiliriz.
|
|