Ağır zamanlardan geçiyoruz. Bunca yıldır biriktirdiğimiz tüm güzel şeylerin tuzla buz olduğu, ektiğimiz çiçeklerin parçalandığı zamanlardan. Nefes alacak hava, temizlenecek suyumuz da kısıtlı. Ölümle de değil, yaşamla boğuşuyoruz. Mide bulandırıcı parazitleri tenimizde, göz akımızda hissediyoruz.
Bu bulamaç ortamında kadınlar iyice parçalanıyor… Tüm değerlerin, büyüttüğümüz bunca filizin bir şov figürüne dönüştüğü bugünlerde biz kadınlar, tarihte hiç olmadığımız kadar saldırı altındayız.
İşte Türkiye’nin resmi olmayan ama en güçlü cumhurbaşkanı adayı ne diyor : “Kadınlar mal mı ki kota uygulansın…” Her şeyi bir tarafa bırakıyorum. Anti demokratik seçim sistemiyle oluşan bir parlamentoda, yüzde yirmilik oy oranıyla çoğunluğu sağlayıp cumhurbaşkanını belirleme yetkisini elinde bulundurmak, zaten başlı başına vahim bir durum. Ama bu konu sadece cumhurbaşkanlığı ekseninde değil, çok daha bütünlüklü tartışılmalı. Gittikçe kızışan laik-anti laik gerilimine de değinmeyeceğim… Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasına, eşinin başörtülü olması nedeniyle değil, kendi erkek egemen, çağdışı zihniyetinden ötürü karşıyım. Düşünsenize kota meselesini, bir mal konusu olarak gören bir erkek, bu ülkeye cumhurbaşkanı olacak…
Gerçi başbakan olması da daha az vahim bir durum değil. Biz kendisini daha önceki cinsiyetçi söylemlerinden çok iyi tanıyoruz. Kadının mal konumuna düşürülmesine karşı verdiğimiz mücadeleye nasıl yaklaştığını, mücadele eden kadınları nasıl aşağıladığını hatırlıyoruz. TCK’nın kadının insan haklarını gözeten bir biçimde, örneğin kadınları tecavüzcüleriyle evlenmeye mahkum eden, kadınları defolu-defosuz mal gibi kategorize eden maddelerin değiştirilmesi için çaba gösterirken, bize “ahlaksız” yaftası yapıştırdığını da unutmadık. Daha sonra kota konusunda ileri geri konuşan Kadından Sorumlu Devlet Bakanıyla yürüttüğümüz tartışma sonucunda bir başbakanlık genelgesi tutuşturdular elimize. Ama bu hükümetin en önemli özelliğinin, sağ gösterip sol vurmak olduğunu biliyorduk. Genelge feminist bir söylem de kullansa, kotadan, eşitliğin garanti altına alınması için gerekli olan tedbirlerden de bahsetse, zihniyetin değişmediğini biliyorduk... Dolayısıyla beklentiye de girmedik. Nimet Çubukçu’nun kadın hareketiyle kurduğu ilişkinin tamamen kamuoyuna yönelik bir seçim yatırımı olduğunu da söyledik. Zaten o görüşmede söylenen her şey deniz kenarındaki kumlar gibi dağıldı…
Ama şimdi adı cumhurbaşkanlığı için geçen Başbakan, demokrasi mücadelesinin bir sonucu olarak dünyanın pek çok ülkesinde tartışılmaz bir kriter haline gelmiş olan kota meselesini “kadın mal mı ki…” diyerek reddediyor. Böyle bir cumhurbaşkanını da, başbakanı da biz reddediyoruz.
Türkiye’de kadınlar, tüm umutsuz iklime rağmen, bir varoluş mücadelesi veriyorlar. Hatta son dönemlerde, kadınlar, ülkemizdeki tek dinamik toplumsal grup durumunda. İşçi hareketi, öğrenci hareketi ya da diğer hareketler oldukça zayıf. Yasa değişikliklerinde bir tek kadın hareketi ciddi bir çalışma yürüttü. Hiçbir yerde yaprak kıpırdamazken, içindeki tüm farklı bileşenlere rağmen, gelişmelere müdahale eden, gündem yaratan kadın hareketi, Türkiye’nin en önemli demokratik gücü durumunda.
İşte tam da bu süreçte kadın hareketinin müdahalesine ihtiyaç var.
Kendi demokratik gelişmesini iç dinamikleriyle yaratmak zorunda olan Türkiye’de, anti demokratik bir biçimde oluşan meclisteki çoğunluğa göre belirlenen bir Cumhurbaşkanının demokratik değil, otokratik olacağı aşikar.
Kadın düşmanlığını gizlemeye bile gerek duymayan, klasik erkek egemen üsluplarla prim toplayan bir Cumhurbaşkanının ise, demokratik değerlerin süpürüldüğü bir dönemde nasıl bir rol oynayacağını ise tahmin etmek zor değil. Sadece Erdoğan’ın değil, ortalıkta boy gösteren politikacıların son derece cinsiyetçi olduğunu herkes görüyor.
Buna da dayanalım mı? Hayır. Bekleyip görecek bir şey yok.
Kadın hareketi, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde dikkate alınması gereken bir demokratik güçtür. Önümüzdeki günlerde çok gerilimli bir kavgaya tutuşacak olan milletvekilleri, tam da bu zamanlarda kadın hareketinin önerilerini dikkate almak zorundadır. Kadınların dışlanmasıyla oluşmuş olan meclis, bu eksikliğini, kadın hareketi ile kuracağı ortaklıkla bir nebze de olsa giderebilir.
Cumhurbaşkanlığını devredecek olan Ahmet Necdet Sezer de milletvekili değildi. O halde, tam da bu zamanda, hak mücadelesinde deneyim kazanmış, güçlü kadınlara gözümüzü çevirmenin zamanı değil mi?
Bu tercih, sadece kadınlar için değil, Türkiye için yeni bir umut olacaktır.