“Kayıp Söz”ü bir solukta okudum. Okurken bildiğim, tanıdığım, izlediğim hayat konuştu. İletişim kuramadıklarım konuştu. Düşlerim, isyanım, vicdanım konuştu. Böyle konuşkan bir roman yazmış işte Oya Baydar…
“Kayıp Söz”, yaşamdaki anlam arayışını anlatıyor. İnsan ilişkilerini, yaşam kurgularını, politikaları ve buralardaki başarı algısını iç içe sorgulayarak şiddet yoluyla mutluluk ve özgürlük kurulamayacağını söylüyor.
Piyasanın ritminde kendini, sözünü, duygularını, hayatla ve yaşadığı coğrafyayla ilişkisini kaybetmiş, güç aldığı kaynağı kurutmuş, dolayısıyla artık yazamaz olmuş ünlü best seller yazarı Ömer Eren, “sözü bulmak” için büyülü sandığı Doğu’ya oryantalist bir gezgin tavrıyla gidiyor. Ama daha yola koyulur koyulmaz veyahut kendi hayatından dışarı çıkar çıkmaz büyü bozulmaya başlıyor ve yazar, coğrafyasında yabancı olduğu yaşamlarla, gündemlerle, politikalarla tanışarak ve çarpışarak kendine yeniden bakıyor.
Ama “Kayıp Söz” sadece onun bu yolculuğunu anlatmıyor. Romanda, birbirleriyle kesişen hayatlarda da bu söz kayıp. Romanda sağlam bir kurgu içinde, akıcı bir dille birleştirilmiş ayrı hikâyeler var. Farklı bağlamlarda daralan hayatlar, kaçışlarda ve arayışlarda kesişiyor. Bu yol hikâyeleri, yazar Ömer Eren’in etrafında birleşiyor ama kimse kimsenin rolünü çalmıyor. Herkes, kendi hesaplaşmasını, kendi bağlamında ve dilinde yapılıyor.
Karısı Elif de aynı sözün peşinden Batı’ya, taa Norveç’e gidiyor. Başarılı bir bilim kadını olan Prof. Dr. Elif Eren’in öyküsü, kendini gerçekleştirme uğruna verilen ödünlerin inşa ettiği mutsuzluğu özetliyor. Kendini başarıya odaklamış Elif, yıllar sonra içindeki boşluğu Norveç’in kuzeyinde bir adaya kapanmış olan oğlu Deniz’in yanında arıyor. Sadece uzak Norveç adasına değil, geçmişine, ertelediği duygularına gidiyor.
Deniz’in orda işi ne peki? O çok daha önce yola çıkmış annesi ve babasından. Anne babanın baskın kişilikleriyle ve başarı mitiyle ezdikleri, hayatını, her şeyini sürekli belirlemeye çalıştıkları Deniz, önce acının fotoğrafıyla gelecek başarıyı reddediyor ve deklanşöre basmıyor; sonra da kendi sözünü, çok uzaklardaki bir Norveç adasına kapanıp küçük oğluyla birlikte balıkçılık yaparak buluyor. Şiddetten ne orada ne de ülkesinde kaçamasa da insana ve kendine ulaşmayı başarıyor. “Mahalle baskısına” karşı duran, toplumun kendinden beklediği rolleri reddeden Deniz, bir anti kahraman olarak romandaki en güçlü karakteri temsil ediyor.
Ömer Eren’in yolu, terminalde Doğu’dan kaçan iki gençle, dağdan kaçan Mahmut ve töreden kaçan Zelal’le kesişiyor. Mahmut, yaşadığı haksızlıklara isyan edip dağa çıkmış ama şiddetine alışamadığı dağdan kaçıp devlete sığınmamak için yine dağlara sığınan bir genç. Zelal ise tecavüz sonucu hamile kaldığı için töre gereği ölüm cezası almış genç bir kadın. Dağlarda sığınıyorlar birbirlerine. Mahmut, kendisinin olmayan çocuğu sahipleniyor. Ona umut anlamına gelen Hevi adını veriyorlar. Sonra sahillerin sükûnetine sığınmak için Batı’ya kaçıyorlar. Ama kaçmak o kadar kolay olmuyor… Zelal’in korucu ağabeyi karşılarına hem töre hem de “Susurluk” zebanisi olarak dikiliyor. Ağır politikanın altında ezilmiş sözünü sağılmak için Doğu’dan kaçan Mahmut’a yardım etmek için Doğu’ya doğru yola çıkıyor Ömer Eren… Asıl amacı, büyülü Doğu’da sözünü aramak olsa da, daha yolun başında “büyü” bozuluyor. Birçok hesaplaşmayı iç içe yaşıyor. Mahmut’un babası “kahraman” değil, “insan” yetiştirmek gerektiğini söyleyince kendi oğlu Deniz’le olan ilişkisini sorguluyor. Mahmut’la Deniz’in hikâyesi bağlamların farklılığına rağmen paralelliğini hissettiriyor. İkisi de kendilerine yüklenen misyonu reddederek kaçıyorlar. Ama daha yolun başında kaçışın olmadığını görüyorlar.
Bir de Jiyan var. Ömer Eren’in hem rehberi hem de kısa süreli “aşkı” oluyor. Jiyan romandaki tek feminist. Kendine güvenen, içinde yaşadığı zorluklarla boğuşan bir kadın... Onun bir hesaplaşması ya da kaçışı yok. O şiddet atmosferinde kendine göre bir mücadele yolu çizmiş gibi görünüyor.
Roman kahramanlarının birbiriyle iç içe anlatıldığı ve üç ayrı koldan ilerleyen roman boyunca, şiddetle, toplumsal ya da siyasal baskılarla boğulan yaşamlar içinde sürüklenen insanların varoluşlarını hissetme çabalarını okuyoruz ayrı ayrı… Ve şiddeti sorguluyoruz kahramanlarla beraber. Şiddet nerede başlar? Bir laboratuarda deney sırasında fareleri keserken mi? Acı içinde kıvranan insanları fotoğraflarken mi? Çocuklarımıza, yakınlarımıza çeşitli roller yüklerken mi? Tecavüz ederken mi? Öldürürken mi? Mayın döşerken mi? Kendi sesine kulak tıkarken mi? Başkalarına göre yaşarken mi? Piyasanın içinde sürüklenirken mi? Bu soruları, Zelal’le, Mahmut’la, Deniz’le, Ulla’yla, Ömer’le, Elif’le, Jiyan’la birlikte soruyoruz. Onlar da bizim gibi. Hem şiddet kurbanı hem de uygulayıcısı. Kazanırken kaybedenler…
“Kayıp Söz”, Kürt sorunu ekseninde yaşanan savaş ortamını da özgün bir bakış açısıyla resmediyor. Savaş-mücadele ekseninde tartışılan bir sorunu insana odaklarken insanın insana tahammülsüzlüğünü üç farklı coğrafyada kişisel hayatlar üzerinden anlatıyor ve hiç de yabancısı olmadığımız ama kendimizi dışında gördüğümüz şiddet sarmalının içindeki yaşam kıpırtılarına dokunuyor. Baydar, ölümün kutsandığı bir ortamda yaşamı anlatıyor. Satırlar ilerledikçe, yaşam ölüme üstün gelerek kendi anlamını kuruyor. Farklı kişilerin hesaplaşmasında vicdanın ortak ritmi oluşuyor ve okuyucu, basit sayılan ama hayatımızın kendisini oluşturan şeyleri hatırlıyor.
Kayıp söz, kayıp duygu anlamına geliyor. Hayat içinde kaybolan insanlar, çeşitli arayışlardan sonra sevgiyi, en yalın ilişkileri aradıklarını fark ediyorlar.
Yani aşk da var. Romanda arayışlarla ya da kaçışlarla kesişen çeşitli “aşk” hikâyeleri okuyoruz. Ömer Eren ile Elif Eren’inki emeğin, düşlerin, deneyimlerin, hataların, zafer ve yenilgilerin içinde pişen ve yıpranan otuz yıllık bir sevgi ya da alışkanlık hikâyesi. Oğulları Deniz’in aşkı ise, çok “sıradan” sayılan Norveçli Ulla’yla... Onların öyküsü ise aşk kadar kaçışı ve sığınışı da anlatıyor. Ve sıradanlıkta keşfedilen hakikati… Dağdan kaçan Mahmut ile töreden kaçan Zelal’in masalsı aşk hikâyesi var bir de... İki kaçak mucizevî bir karşılaşmayla birbirlerine tutununca, doğanın göbeğinde, toplumsal bakışlardan uzak bir atmosferde başlayan ve sessizlikte büyüyen sözde buluyorlar aşkı…
Dördüncüsü de batılı Ömer Eren ile “Doğulu” yani “gizemli” feminist Jiyan arasıdaki oryantalizm kokan “tutkulu” cinsellik…
Öyle mi gerçekten? Bu dört hikâye içinde bir aşk hikâyesi var mı? Gençlerinki masalsı atmosferleriyle bir sevda tadında yaşanıyor ama anlatılanlar aşk mı kaçış mı? Aşk, sığınılacak bir liman mıdır her zaman?
Romanı okurken bunun gibi pek çok soruyu soruyoruz. Zaten “Kayıp Söz” bir hesaplaşma romanı. Yazarın kendini ve hiç kimseyi dışında tutmadığı bir hesaplaşma bu.
Ama bu yoğunluk bir karmaşa yaratmıyor. Romanda, zamansal ve mekansal gidiş gelişler, yolculuklar, toplu ya da tekil hesaplaşmalar başarıyla harmanlanmış. Bir yandan da denizin, rüzgarın, dağların sesini duyuyoruz. Doğa, insanın macerasıyla içkin olarak tasvir edilmiş. Kimi zaman uzayan diyaloglar ve Jiyan-Ömer ilişkisi dışında, ben okurken hiç teklemedim.
Siyasetin, insanın, yaşamın oldukça derinlikli sorgulandığı “Kayıp Söz” bir yolculuk önerisi. Yolculuk, kendi konumundan öteye gitmek, kendine bakmak, hesaplaşmak, başkasına akmak anlamına geliyor. Kutsallıklar uğruna hayatların-hayatlarımızın telef olduğu bu zamanlarda, yolculuktan başka çaremiz yok sanki…