15-11-2007
PINAR SELEK
"Savaşı aşmak için feminizme ihtiyaç vardır. Patriarka-millet-militarizm arasındaki ilişkileri gösteren, söylemi sorgulayan, savaşın yarattığı mitleri sarsan feminist analiz, şiddeti bütünlüklü görmek açısından iyi bir çıkış noktasıdır"
Savaşın, tarih boyunca çeşitli tanımları oldu. Barış mücadeleleri de bu tanımlara bağlı olarak şekillendi. Din, toplumsal kurtuluş, milli güvenlik ya da terörle mücadele adına meşrulaşan savaşlara karşı çeşitli mücadeleler yürütüldü. Kadınlar, bu mücadeleler içinde, yeteri kadar görünmeseler bile zaman zaman öne çıktılar. Ancak ne kadınlar ne de silahsız-otoritesiz-sermayesiz diğer toplumsal gruplar, bu savaşların bitirilmesinde belirleyici bir konuma sahip oldular. Böylece silahların biri sustu, biri başladı. Öyle ki, günümüzde artık bir dünya savaşının kurumsallaştığı, sürekli hale geldiği tartışılıyor. Bunun sorumlusu, tabii ki sadece savaş güçleri değil. Savaşı durduramayan, zamanla ona alışan ezilenler, yoksullar ve kadınlar da sorumlu. O halde bu sorumluluktan kurtulmak için ne yaptığımıza ya da ne yapmadığımıza bakmak gerek.
Savaş karşıtı mücadelede kadınların rolü, onların barışçıl özelliklerinden kaynaklanmaz. Bu varsayım, savaşı doğal yapıya indirgeyerek meşrulaştıran teorileri besler. Kadınlar, savaşın hem öznesi hem de rehinesidirler. Kadın, patriarkal toplumun kendisine yüklediği role boyun eğerek de, erilleşmiş davranış kalıplarını benimseyerek de, geri hizmetlerde bulunarak da, devşirme savaşçılar haline gelerek de savaşa destek oluyor. Bu, bir bilinç ve seçim meselesidir. Dolayısıyla, kadınların barış mücadelesine katılımı, onların “sevecen ve pasif yapılarının doğal bir sonucu” değil, politik bir seçimdir.
Kadınlar, ne zaman bir barış imkânı ortaya çıksa, savaş sürecinden daha çok öne çıkarlar ve genellikle bu sürece mağduriyet söylemiyle katılırlar. Çeşitli ülkelerdeki deneyimlere baktığımızda, barışın, kadınla sembolleşen bir ideale dönüştüğünü ve barışı kadınsılaştıran eril söylemi besler hale geldiğini görürüz. Barış da kadın gibi, pasif, güç gösterisiyle korunması gereken bir güzellik olarak söylemlere yansır. Kimi deneyimlerde, annelik üzerinden yürütülen barış ve demokrasi mücadelelerinin, bu konumları tersine çevirdiğini, bu nedenle de kamu vicdanını harekete geçirmede etkili olduğunu biliyoruz. Türkiye’de Cumartesi anneleri, Arjantin’de Plaza de Mayo anneleri, Güney Afrika’da Black Sash eylemleri, hâkim algıları içerden vurarak sarsmıştır. Ama genellikle toplumsal cinsiyet konumlarının meşruiyetine dayanarak yürütülen barış mücadelesi savaşın zeminini güçlendirmektedir. Örneğin, Yugoslavya’da asker anneleri, kalabalık eylemlerle meclisi basmışlar, oğullarını almak için cepheye gitmişler ama sonra eylemleri çeşitli milliyetçi politikalara zemin olmuştur. Türkiye’de önemli mesajlar veren barış annelerinin karşısına şehit anneleri çıkartılmış ve annelik savaşı besleyen bir söyleme dönüşmüştür.
Genel olarak, kadın örgütlenmesinin ve feminist damarın zayıf olması durumunda, kadınların barış mücadelesi içinde sembolik roller aldığını düşünüyorum. Ama hareket güçlendikçe, feminizm, kadınları, ulusal ve militarist mekanizmaların gerici inşalarına karşı koruyan bir işlev görüyor. Diğer yandan, savaşa dair yaşadıkları tecrübe bir bilinçle birleştiğinde, yaraların sarılmasında, yarılmanın durdurulmasında ve etkili eylemlerin örgütlenmesinde kadınlar öne çıkıyor. Savaşı sürdüren taraflara mensup kadınları kesen ortak yanlar sayesinde, diyalog zemininin yaratılmasında rol oynuyorlar.
“Barış” görüşmelerini ise, genelde erkekler, yani savaşanlar yürütüyor. Pazarlıkları, anlaşmaları, kapalı kapılar arkasındaki toplantıları erkekler yapıyor. Bu nedenle, kadınlar, çatışmanın bitirilmesinde temel aktör olarak görülmüyor ama savaşın toplumsal etkisini, kamplaşmayı, diyalogsuzluğu azaltan, yaraların derinleşmesini engelleyen, barışın tesisi için alt yapı hazırlayan bir rol oynadıkları kabul ediliyor.
Örneğin, İrlanda’da dikkate değer bir kadın barış mücadelesi var. Öncelikle kadın merkezleri aracılığıyla, cemaatler arası kaynaşma için bir zemin sağlandı. Farklı aidiyetler içindeki kadınlar, yaşadıkları ortak sorunları ve deneyimleri birlikte keşfettiler. Bu tanışıklık üzerinden, Belfastlı işçi kadınların bir projesi olan Kadın Destek Ağı, birbirine “düşman” ulusal projelere sahip iki etnik gruptan kadınların bir ittifakı haline geldi. Kendini “kolektif feminist ses” olarak adlandıran Kadın Destek Ağı, çatışmayı durduramadı ama diyalog zeminini güçlendirdi.
İsrail ve Filistin’de de, feminist kadınlar, oldukça etkili barış çalışmaları gerçekleştirdiler. Örneğin, Feminist Nova dergisinden kadınlar Tel Aviv meydanında jeneratör ve slaytlarla sansürlü işgal fotoğraflarını gösterdiler. Eylemlerine Kudüs’te başlatan “Siyahlı Kadınlar” önce bölgeye, ardından dünyaya yaydılar. Kadınlar ve Barış Koalisyonu ile Bat Şalom, İsrail ve Filistinli farklı siyasal arka planlara sahip kadınların ittifakı olarak, toplumsal cinsiyeti temel alan barış siyasetini yapan kampanyalar, konferanslar, yaratıcı, etkin, pozitif, şiddet dışı kitlesel eylemler düzenledi. Kadınlar, ince ince işlenmiş bir Barış Örtüsü diktiler. Bunlar, kadınların barış sürecinde muhatap alınmasını sağlamadı tabii… Uluslararası alanda başlayan barış görüşme masalarında, kadınların diktiği örtü bile yoktu. Barış görüşmelerine katılmak isteyen İsrailli ve Filistinli kadınlar “Erkeklerin askeri geçmişleri barışın önünde engel…” dediler. Gerçekten de bu görüşmelerden hala barış çıkmadı… Ama cemaatler arasında bir ittifak zemini oluştu ve kadınlar arasında, şiddet mekanizmalarının ortaklığı konusunda ortak bakış gelişti.
Bosna Hersek’te de önemli deneyimler yaşandı. Örneğin, Siyahlı Kadın eylemleri, İtalyan feministleri tarafından buraya taşındı. Her Çarşamba yapılan siyahlı gösterilerde, tecavüzleri dile getirdikçe hain ve cadı ilan edildiler, buna rağmen “Ben hainim” yazılı dövizlerle eylemlerini sürdürdüler. Bu süreçte tecavüz mağdurlarına destek çalışmaları yürüten Medica da önemli bir uluslar arası destek ağı yarattı, yaptığı somut çalışmalarla yayıldı ve kadınların dayanışma merkezi haline geldi. Ama tüm bunlar, feministlerin barış görüşmelerinin aktörü olmasına yaramadı. 95 Dayton antlaşması öncesi ve sonrasındaki siyasi hamleler erkeklere aitti… Feminist hareket ise, güçlendi ve uluslararasılaştı.
Türkiye’de de yeteri kadar etkin yürütülemeyen barış mücadelesinde, kadınlar genellikle görünür oldular. Çatışma sürecinde gelişen özel politikaların ve toplumsal kırılmaların da etkisiyle kadın üzerindeki şiddet, cinsel ağırlıklı olarak arttı. Özellikle, son on yıl içinde gelişen ve kadın hareketinin bir parçası olan dayanışma merkezleri, çatışma bölgelerinde kadın dayanışması adına önemli işler yaptılar, ciddi bir deneyim ve çözüm yeteneği biriktirdiler. Kadınların baş başa kaldığı savaş travmaları görülmeden barışın geliştirilmesi mümkün değildir. Barış çalışmalarının, belediyelerin ve tüm toplumsal projelerin bu örgütlerle ortaklaşması gerekmektedir.
Ancak bu örgütler dışında, Türkiye’de savaş karşıtı mücadele içinde toplumsal cinsiyet perspektifli bir katılım olduğunu, kadın hareketinin, kendisine bir rol biçtiği söylenemez. Kürt kadınları kitlesel barış eylemleri gerçekleştirdiler, kimi ortak girişimler de oldu. Ancak Türkiye kadın hareketi içinde, ataerkiyle iç içe işleyen militarizm yeteri kadar gündemleşmiyor. Eşitlik, kadına yönelik şiddet birleştirici oluyor ama kadın hareketi militarizme karşı birleşemiyor. Bu nedenle, çeşitli milliyetçi etkilenmeler, dışlayıcı yaklaşımlar oluyor. Türkiye’de etkin bir barış mücadelesi için, etnik, sınıfsal ve farklı yapılar içinde konumlanmış kadınları kapsayan, özselci olmayan, demokratik bir feminizme ihtiyaç var.
Feminist kuram, sadece kadının konumunu ve cinsiyet ilişkilerini değil, cinsiyet rejiminden beslenen toplumsal iktidar biçimlerini ve şiddet mekanizmalarını çözümleyerek yeni bir kurtuluş perspektifi ortaya koydu. Buna göre, egemenlik ilişkileri, analitik olarak farklı da olsa, birbirini besler, birbirine eklemlenir, iç içe geçer. Savaş bu eklemli bağ içinde şekillenir. Savaşa yol açan süreç toplumsal olarak cinsiyetlendirilmiştir. Orduda, sınıfsal ve etnik buluşma erkeklik örüntüsünde gerçekleşir. Militarizasyon, ataerkil değerler üzerinden yayılır. Gücün, kudretin değer bulması, bağımlı olanların korunması, namus adına şiddetin meşrulaşması hanelerin ve devletlerin etrafında örülür. Kamusal otorite arkasına sosyal iktidarı alır. Milletlerin bütünlüğü, aile kurumuyla ve ulus devletle korunur. Vatan, ülke dişileşir ve siyasi egemenlik erkeksileşir. Ev içinde yaşanan sorunların gizliliği ulusal güvenlik söylemini besler. Militarizmin uygulayıcılığının erkeklere yüklenmesi, eril değerlerin hiyerarşik üstünlüğünden, bu değerlerin üretiminde militer aygıtların aldığı rolden ve militarizmin bunlarla bütünleşerek kendini kurmasından kaynaklanır.
Ataerkil sistem analiz edilmediği takdirde, toplumsal yaşama militer değerlerin ve gündemlerin neden giderek daha fazla hâkim olduğunu kavramakta zorlanırız. Bu zorlanma, barış eylemlerin de başarısızlığına neden olur. Savaşı aşmak için feminizme ihtiyaç vardır. Patriarka-millet-militarizm arasındaki ilişkileri gösteren, söylemi sorgulayan, savaşın yarattığı mitleri sarsan feminist analiz, şiddeti bütünlüklü görmek açısından iyi bir çıkış noktasıdır. Savaş karşıtı bir hat oluşturma, militarizasyon süreçlerini geriletme ya da barışı geliştirme mücadelesinde, cinsiyet ilişkilerine özel bir önem verilmeli, sadece kadınların yaşadığı özel mağduriyetlerin değil, ataerkil sistemin, aile kurumu etrafında örülen yargıların kapsamlı analizi yapılmalıdır. Bir çatışmanın görünür sebebi olan baskı ile bununla kesişen toplumsal cinsiyet rejimi arasındaki bütünlük görülmezse, savaşı aşmak da zorlaşır. Savaşın zihniyetiyle çatışılmadığı için, her çıkar uzlaşmazlığında silahlar yeniden patlar…
Erkekler, vicdani ret hareketlerine, anti militarist kampanyalara, barış adına verilen mücadelelere katılırlar ama nelerin militarizasyona, savaşa ve şiddete sebep olduğu ve sürmesini sağladığı hakkındaki feminist analize kolay kolay katılmazlar. Bu nedenle, kendi kurtuluşlarını feminizmde gören kadınlar, savaşın aşılmasında oldukça önemli bir role sahiptir.
Feminist yaklaşımın, aynı zamanda savaşa karşı ahlaki bir duruş da geliştirdiğini, haklı ve haksız savaş ayrımını ortadan kaldırdığını, savaşı tecavüz gibi reddettiğini de söylemeliyim. Feministlere göre, erkekler yeni ihtiyaçlar için her an savaşabilirler, önemli olan savaş yöntemini, bunun beslendiği zemini ortadan kaldırmaktır. Bu da herhangi bir çatışmayı durdurmaktan daha uzun soluklu bir mücadeledir. Barış mücadelesi, sadece silahlı çatışmanın sonlanması değil, toplumsal çelişkilerin savaşa yol açmayacak bir çatışma imkânı bulabildikleri demokratik koşullar içindir. Feministler en çok bu mücadele içinde etkin olabilirler.
Son olarak, barış mücadelesinde demokratik ve şiddetsiz yöntemleri etkili kılmanın, bunlarla çatışmayı durdurmayı başarmanın, patriarkal değerleri de sarsacağını söyleyerek bitireyim. Erkekle, onun tartışılmaz iktidarıyla özdeşleştirilen savaş, kahramanlık, cesaret, hız, hareketlilik ve fedakârlık gibi değerlerle meşrulaşır. Kadınla özdeşleştirilen barış ise, korkaklığı, pasifliği, yavaşlığı anımsatır. Tarihe mal olmuş kahramanlar genelde savaşçıdır. Onların arkasından ağlayanlar, onları durdurmaya çalışanlar ise kadınlardır. Kadınların özgürlük arayışları kahramanların arkasından ağlamak, onları kişisel ihtiyaçlar adına durdurmak değildir. Barış mücadelesi de gidenin arkasından ağlama ya da ona yalvarma değil, aktif, kurucu, hızlı ve cesur bir mücadeledir.
Durağan, sınırlı gündemlere sıkışan bir barış mücadelesinin etkili olmadığını hepimiz yaşıyoruz. Nerede uzlaşma çabaları başarıyla yürütülüyorsa, orada akıllıca yapılan bir analiz ve cüretkâr bir pratik söz konusudur.
Mücadelenin feminist renginin belirginleşmesi, analize ve pratiğe büyük katkılar sağlayacaktır. Bu da erkeklerden beklenecek bir iş değildir. Bizim işimizdir.
Not: Diyarbakır'da 29-30 Eylül'de düzenlenen "Türkiye'de Kürtler: Barış Süreci İçin Temel Gereksinimler" Konferansı'ndaki "Barışa Cinsiyet Penceresinden Bakış" oturumundaki konuşmasıdır.
|
|