Eskiden yoksulluktan bahsedilirdi… “Ekmek, İş, Aş” sloganlarına alışıktı bu toplum, bu dünya…
Yazarlar yoksulluktan bahsederdi, sanatçıların çığlıkları çınlardı kulaklarımızda…
Muhalefet, demokrasi güçleri yoksulluğu konu edinirdi. Yoksulluğun yarattığı çaresizlikler toplumun gündemindeydi. Solun baskı altına alındığı dönemlerde bile, yoksulluk düzenine karşı mücadele etmek son derece meşru sayılırdı.
Şimdi yoksulluk konusu marjinal bir gündem. Neden? Yoksulluk çok azaldı, çok istisnai bir durum haline geldi de ondan mı? Bu sorunun cevabını herkes biliyor. Dünyada ve ülkemizde yoksulluk, hiç olmadığı kadar dayanılmaz boyutlara vardı. İnsanlar işsiz. İşler güvencesiz. Arka sokaklara, yoksul mahallelere gittiğimizde ekmeğe, evet ekmeğe muhtaç, ısınamayan, giyinemeyen yığınlarca insan var. Ama kim gidiyor ki arka sokaklara? Arka sokaklar, muhalefetin gündemine giremiyor, çünkü muhalefet bu sokaklardan çok uzakta maalesef.
Yoksulluk, insan hakları mücadelesinin de temel gündemlerinden değil. Herkesin bir gündemi var. Ermeni konusuna bazıları, Kürt konusuna bazıları, kadın konusuna bazıları eğiliyor. Eşcinsel hakları, sakat hakları, dezavantajlı grupların hakları ya da cezaevi sorunları üzerine küçük gruplar söz söylüyor. Doğa konusunda yine uzman olanlar konuşuyor, vicdani retçiler zaten belli… Emek hakları ise, insan hakları evreninde görmezden geliniyor. Aslında bir yaşam hakkı, sağlıklı yaşam hakkı, eğitim hakkı olan sosyal haklar gündemin en alt sıralarında. Çalışanları açlık sınırına mahkum eden asgari ücret bile tepki yaratmıyor.
BM İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin “Her insanın dinlenmeye, eğlenmeye, özelikle çalışma süresini akla uygun sınırlar içinde tutmaya ve belli aralıklarla ücretli tatillere hakkı vardır” diyen maddesi bile bir dayanak değil artık.
Dünyada tüm haklar hızla süpürülüyor. Avrupa’da bile kazanılmış haklar, tehlikede. Üretim ilişkilerindeki değişim, sömürüyü tüm toplumun hücrelerine kadar yaydı. Artık sadece üretim sürecinde değil, tüketirken sömürülüyoruz. İnsanın duygularına kadar sömürgeleştiği, bir avuç egemen ile tüm insanlık arasındaki mesafenin alabildiğine derinleştiği bir çağdayız. Yeni muhafazakarlık, savaş rüzgarlarının üzerine binerek ortalığı kendi rengine boyuyor.
Irak’ta hepimizin belleğine kazınan fotoğraf, aynadaki suretimiz değil mi? Hani şu çok kollu, çok bacaklı, üst üste yığılı bedenlerden oluşan varlık, bizim resmimiz değil mi? Bu resme, resmimize dikkatli bakın… Herkesin elinde bir bıçak var. Kimse kimsenin çığlıklarını duymuyor. Toplumun büyük bir kesimi açlıkla terbiye ediliyor. Düşünsel, siyasal aktiviteden uzaklaştırılan yoksullar içinden bol bol tetikçi, bol bol cellat yetişiyor. Her gün yüzlerce insan öldürülüyor ama binlercesi de yoksulluktan ölüyor. Bu ortamda, kimse kimsenin ölüsüne bakamıyor. Hatta insanlar, yas bile tutamıyorlar eskisi gibi. Sadece şiddet kasırgası karşısında, yüzümüze bir dehşet ifadesi yapışmış, kalakalıyoruz. Çaresizlikle, uğradığımız şiddeti macera filmi gibi seyredip ekranlardan, hayatın dehlizine sürükleniyoruz.
İçinde yaşadığımız bu korkunç şiddet çağında, dünya ve Türkiye muhalefetine, hatta insan hakları alanına damgasını vuran liberal demokrasi anlayışıdır. Yeni muhafazakarlıkla ve yeniden yapılanan kapitalizmin ihtiyaçlarıyla, dolayısıyla da savaş sistemiyle iç içe gelişen liberal söylem, solun yetersizlikleri üzerine oturuyor. Bireysel hakları, toplumun birçok çelişkisini görmeyen, sadece emek haklarına odaklanan sol, ister istemez liberal söylemi besliyor. Sol, şiddete, cinsiyetçiliğe, militarizme, heteroseksizme karşı bütünlüklü bir politika geliştirmeyince, bu alanlar oldukça parçalı olarak gündeme geliyor ve sistemin kapma aygıtlarınca marjinalleştiriliyor. Liberal söylem, doğal olarak sadece birkaç noktayı öne çıkarıyor. Medya da topluma, muhalefet olarak, bu noktaları sunuyor. Dev ekranların parlaklığında, toplumsal hakların önüne bir perde çekiliyor.
Hepimizi içine çeken dehşet bataklığına karşı durabilmemizin başka yolu var mı? Dünyaya ve topluma bütünlüklü bakmaz, sadece bizi ilgilendiren hakları gündemimize alırsak hepimize ayrı ayrı vuran şiddet mekanizmaları karşısında güç getirebilir miyiz? Acil olarak bir demokrasi hareketine ihtiyacımız yok mu?