Pınar’a sahip çıkmak, hayatımıza sahip çıkmak
9 Temmuz 1998'deki Mısır Çarşısı patlamasının bombadan kaynaklanmadığını belirleyen onlarca uzman ve bilirkişi raporuna, hakkında verilen iki beraat kararına rağmen, Pınar Selek müebbet hapis cezası istemiyle yeniden yargılanacak.
11 yıldır süren Mısır Çarşısı davası adaletin tecellisini değil, hukuk devleti anlayışıyla bağdaşmayan karanlık bir emelin gerçekleşmesini amaçlıyor gibi. Peki, Pınar Selek nasıl biri, karartılmak istenen hayatı nasıl bir hayat, onu toplumdan tecrit etme gayretkeşliği nasıl bir zihniyetin ürünü? Kurulmasına önayak olduğu Amargi dergisinin üyelerine kulak kesiliyoruz...
Pınar Selek hayatınıza nasıl girdi, nasıl tanıştınız onunla?
İlkay Ertem: Burada Pınar’la hayatı en yeni kesişen benim. Ablamla kadın hareketinden arkadaştılar. Daha tanışırken seni içine çeker Pınar. Bir yıldır arkadaşız, ama yıllardır dostmuşuz gibi geliyor. Ondan çok şey öğreniyorum. Çok enerjik ve durmak bilmeden çalışabilen biri.
Esmeray: Demet bir gün beni aldı, “atölye”ye götürdü. “Bir kız var, çok tatlı, çok seveceksin” dedi, “tam senin kafana göre”. Pınar da biraz deli dolu ya. Pınar’ın Nilgün’le beraber kurduğu, Tarlabaşı’ndaki tinerci çocukların gittiği atölyeye uğradık. İçeri girer girmez, Pınar’ı yıllardır tanıyormuşum gibi oldu. Çok güzel bir kız! “Allah allah, bu nasıl üniversite öğrencisi?” dedim. Üstü başı boya içindeydi. Çocukların birinin burnundan sümük akıyor, birinin ağzından salyalar akıyor, yanına oturmuşlar, bir eliyle çocuğa sarılmış, öteki eliyle fırçayla boya yapıyor. İlk defa böyle bir şeyle karşılaşıyordum. Ben öyle bir hayattan gelmişim ki, kendi ailem bile benimle konuşmuyor. Üniversite öğrencisi, böyle güzel bir kız bizimle! “Bu kız deli” dedim.
Nilgün Yurdalan: Yıllardır “başka bir hayat” için, eskiden küçük burjuva dediğimiz, şimdiki deyişle orta sınıftan insanlarla bir şeyler yapıyorduk. Asıl olarak uçlarda duranlar, sokakta yaşayanlar, sistem dışındakiler bir laf etmeli diye düşünüyordum o zamanlar da. Tanıştığımız ânı hatırlamıyorum. Ama, kendimi Pınar’la sistemin dışında yaşayanlarla ilgili atölyeyle ilgili konuşurken buldum. Atölye Pınar’ın önerisiydi. Pınar’ın heyecanla anlattığını hatırlıyorum.
Atölyeyi kurarken kafanızdaki fikir neydi?
Nilgün: Sokakta yaşayan tinerci çocukların bir takım yurtlara hapsedilmeleri rahatsız ediyordu. Çocukların istedikleri zaman çalışmalara katılacağı, bir yandan da üretim yapabilecekleri, baskı olmadan, kendi tercihleriyle tineri bırakacakları bir ortam oluşturma fikri vardı. Ben çocuklarla resim yapıyordum. Çoluk çocuk birlikte yemek pişirirdik, eğlenirdik. Kendilerini ifade etmelerinin yollarını açmaktı atölyenin nedeni. Çocuklar mecbur olmadan, severek yaptıkları resimleri, maskları sokakta satarak ekmek paralarını çıkarıyorlardı.
Esmeray: İnsanlar hep “niye travesti oldun, nasıl oldun?” diye sorar, o hiç sormadı. “Fuhuş yapıyor musun?” konusuna girmedi. Direkt iki arkadaş olduk. Bir keresinde bira içmeye çağırdı beni, “gelirim, ama ben içki sevmiyorum” dedim. Hiç şaşırmadı. Başka insanlara içki sevmediğimi söylediğimde, “travestisin, böyle bir hayatın içinde nasıl olur içki sevmezsin” diye çok şaşırıyorlar. Çok acayipti Pınar. Bir gün, “ev müsait olursa, bir ara bize gelir misin?” dedim. “Gelirim” dedi. “Ne demek ev müsait olursa?” “Biliyorsun, biz çalışıyoruz” dedim. Geldi bizim eve. Şaşırttıkça şaşırtıyordu. Mesela, benim pijamamı giydi, aynı yatakta yattık. Genelde insanların bizden midesi bulanıyor; bunu hep fark edersin. Fuhuşla özdeşleştirildiğimiz için insanlar elimizden su bile alıp içmiyor. Ve bu güzel kız gelip bizimle birlikte yaşıyor! Anlıyorsun ki bizimle arkadaş olmak istiyor. Diğer kadınlar da farklıydı. Ama Pınar’la çok daha derin bir ilişkim oldu.
Nilgün: Sokakta yaşayan insanlarla ilişkinin şöyle bir yanı var: Hiç fark etmezsiniz, “çorba iç” diye kaşığını uzatır. Kılın kıpırdasa, bir iğrenme belirtisi göstersen fark ederler. Kolay değildir sokakta yaşayan insanlarla birlikte bir hayat örmek. Yapaylığı, tedirginliği anında fark ederler. Pınar çok içtendi. O nedenle bugün de ilişkileri sürüyor. Yargıtay’ın bu son kararından sonra, çocuklardan biri Amargi’ye geldi. Uzun yıllar geçmiş aradan, çok büyümüş, yüzünü hatırladım, ama adını hatırlayamadım. “Pınar abla iyi mi?” diye sordu. Duymuşlar...
Esmeray: Yeni bir hayata tutunmam zordu, çok yalpalıyordum. Pınar’ın üzerimde o kadar emeği var ki. Onu hiçbir zaman ne kutsadım, ne de lider olarak gördüm. İlişkimiz eşitti ve inanılmaz emek harcardı. Bir dönem, Amargi’de proje koordinatörlüğü yapıyordum, o kadar eksik iş bırakıyordum ki, çünkü bilmiyordum. Pınar bunların hepsini tamamlıyordu. Kimseye fark ettirmiyordu. Bana söz gelmesin istiyordu.
İlkay: Üç-dört ay önce burada tanık olduğum bir şeyi anlatmayı çok istiyorum. Daha önce sokakta yaşayan çocuklardan biri telefon etti. Memleketine dönmüş, artık tiner kullanmıyor, evlenmiş, çocuğu olmuş. “Pınar abla, sana çocuğumu getireceğim el öpmeye” dedi. İki yaşında kızıyla geldi. Kucakladık, öptük. Bir anısını anlattı çocuk. Tiner çektikten sonra kendilerine zarar veriyorlarmış. Pınar’ın en çok korktuğu ve hoşlanmadığı da buymuş. “Bir gün, ben tinerden sonra kollarımı kesmiştim” dedi. Pınar o kadar üzülmüş ve kızmış ki, kolunu açmış, kendi koluna bir çizik atmış. Bunun üzerine, çocuk panikle üstüne atlamış “ne yapıyorsun Pınar abla!” diye. “Siz kendinize zarar verdiğinizde ben ne hissediyorum, düşünün” demiş Pınar. Çocuk, onca yıl sonra, “bunu hiç unutmuyorum” dedi. “Sen öyle bir şey yapınca, hepimiz çok üzüldük ve bir daha yapmamak için kendimize söz verdik.”
Sen Pınar’la nasıl tanıştın?
Zeynep Direk: Nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum. Aklıma gelen ilk sahne, bir masada karşı karşıya oturuyoruz, o bana Şahmeran masalı anlatıyor. İnsanlardan ihanet gören yarı yılan bir bilge kadın masalı. Saatlerce, gözlerimi ayırmadan Pınar’ı dinledim. Gözlerindeki ışığı, masalı anlatışını hâlâ hatırlıyorum. Çok da güzel anlatıyordu. Büyük bir enerjisi vardı. Birdenbire beni yakaladı. Tanışmadan önce, röportajlardan takip ediyordum onu. Onun benim arkadaşım olduğunu o zamanlar bile uzaktan uzağa hissederdim.
Bir süredir, Pınar Selek denince Amargi geliyor akla: Amargi Kooperatifi ve kooperatiften olmayan kadınların da dahil olduğu Amargi dergi. Amargi’nin anlamı, özgünlüğü ne sizin için?
Nilgün: Pınar cezaevindeki süreyi de verimli geçirdi. Daha önce, kadın meselesinden ziyade, sokaklarda yaşayan, tümüyle toplumun dışında bulunan insanlara kendilerini ifade olanakları yaratmak için uğraşırken, artık kadınlık meselesi üzerine de daha fazla düşünüyordu. Kadınların ezilmesinin ve sömürülmesinin bu kötü hayatın sürdürülmesinde en temel zulümlerden biri olduğunu düşünmeye başlamıştı. Cezaevinden çıktığında başka kadınlarla birlikte Amargi’yi oluşturdular. Ben de bir feminist olarak Amargi’nin oluşmasını ilgiyle izliyordum ve elimden geleni yapmaya çalışıyordum.
Zeynep: Ben Amargi sayesinde kendimi gerçekten feminist hareket içinde buldum. Pınar feminizmi bütün toplumsal sorunları okumanın bir dili, bir kavram yaratım alanı olarak görüyordu. Antimilitarizmi feminizm açısından düşünüyordu. “Sürüne Sürüne Erkek Olmak” kitab, bütün orduyu toplumsal cinsiyet meselesi üzerinden yorumluyor. Askerlik bir erkekleştirme süreci, aslında erkekleştirme süreci de bir kadınsılaştırma süreci, sana zulmeden, şiddet uygulayan, daha yüksek rütbeli erkeğe hayranlık duyma... Militarist söylemde kadının nasıl temsil edildiği, bakir vatan toprağı olarak görülmesi... Bütün bunları, ailenin askerî yapısını düşünüyordu. Yoksulluk meselesine feminist açıdan bakıyordu. Toplumdaki sorunları feminist bir açıdan okumaya çalışıyordu. Kadına karşı şiddetin diğer şiddet biçimlerinden ayrı olmadığı düşüncesini vurguluyordu. Türkiye’de feminist harekette genel olarak bu çıkıyor ortaya ama, Amargi’de Pınar’la birlikte yaptığımız, bu tür okumayı güçlendirdi. Amargi dergi, 2000’li yıllarda Türkiye’deki kadın hareketi için önemli bir yayın, yeni bir soluk oldu. Bunu Pınar tek başına yapmadı elbette, ama bizi bir araya getiren onun enerjisiydi. Pınar lider değildi, fikirlerin üreyeceği ortamı oluşturuyordu; başkalarından akıl, fikir almayı biliyordu. İnsanları birbirine bağlıyordu.
İlkay: Amargi’deki arkadaşlarla tanışmadan önce, dergiyi düzenli okuyordum. Bu yazıları yazanlarla sohbet edebilmek, o derginin içinde varolabilmek benim için bir hayaldi. Pınar’la tanışınca, bir anda içinde buldum kendimi. Amargi’de daha fazla zaman geçirmek için işimi bıraktım. Feminizmin içine Amargi’yle girdim. Amargi’de beni çeken, hiyerarşinin olmaması. Genelde örgütlenmelerde, eskiler-yeni girenler vardır. Bir şey söylemeye çekinirsin, eleştirilmekten korkarsın, çömez muamelesi görürsün... Burada böyle bir şey yok. Bir yıl gibi kısa bir sürede iki ciddi projede çalışmaya başladım. Burası insanı bir eğitim sürecinden geçiriyor. Burada kendimi daha rahat ifade edebilmenin yollarını bulabildim. Hiyerarşi olmadan da insanların örgütlenebileceğini gördüm.
Esmeray: Pınar cezaevindeyken ben ÖDP’ye girmiştim. ÖDP’de çok kafam karıştı. Sosyalizmi, işçi sınıfını pek bilmiyordum. Sadece Kürdüm, bunu biliyorum; bir de travestiyim. En can alıcısı da, travesti kimliğimden dolayı Kürtler de beni dışlamış. Ve beni içine alan bir parti var. O arada feminizmle de tanıştım. İyice kafam karıştı. Nilgün’le Bağımsız Feminist Kadınlar’ın toplantılarına gidiyordum. Nereye gideceğimi, nerede duracağımı şaşırıyordum. Nilgün’lere söz veriyordum “yürüyüşe sizinle katılacağım” diye, ama sosyalistlerle bir ilişkim vardı. Mesela, 1 Mayıs’ta ÖDP’yle yürüdüm. Ama bir yandan aklım feministlerde... Pınar’ı cezaevinde ziyarete gittiğimde bunları tartışıyordum. Kadın meselesi, kadınlık, feminizm üzerinde durmaya başlamıştı. Yavaş yavaş bunlar hayatının merkezine geliyordu. ÖDP’den kopmuştum. Ama feminizm de bana uzak geliyordu. ÖDP’ye nasıl beni tam katamadılar, feministlerde de öyle bir durum vardı. Benim Kürt kimliğimi, transseksüel kimliğimden dolayı yaşadığım zorlukları görmüyorlardı...
Nilgün: Bütün âlem çok heteroseksist ve homofobikti. Feminist hareket de heteroseksist ve homofobikti.
Esmeray: Bazı kadınlar “travestilerin ne işi var içimizde” diyordu. Kadınlığa biyolojik olarak bakıyorlardı. Ama Amargi’de bunların hiçbiri yoktu. Amargi’den sonra, anti-militarist, anti-kapitalist olmak için sosyalist olmaya gerek olmadığını öğrendim. Bunlar çok bilmediğim konular, ama sosyalizm de bana iktidar gibi geliyordu. Kapitalist sistem gidecek, yerine işçi sınıfının iktidarı gelecek. Bu da iktidar! Amargi’de bütün farklılıklarımızla bir arada olduk. Herkes birbirini aynı derecede dinliyordu, deneyimlerimizi birbirimize aktarıyorduk. Hiyerarşinin olmaması için çok dikkat ediyorduk. Eleştiri-özeleştiri çok önemli ve geliştiren bir şey. Bazen o kadar çok eleştiri alıyordum ki, dumura uğruyordum: “Erken kalkmıyorsun, iş disiplinin yok, şunu yapmıyorsun...” Tıkanıyordum önce, ama iyi geliyordu, saat 7’de kalkmaya başlıyordum. (gülüyor) Bir baktım, Amargi sürecinde, kendiliğinden, seks işçiliğinden, fuhuş sektöründen uzaklaşmışım. Bu kadar grubun içinde oldum, ilk defa Amargi’dekiler bunu dert etti: “Arkadaşımız fuhuş yapmak istemiyor, ona nasıl destek vereceğiz?” Bunun için çabalara girildi. Hatta esas olarak bana iş yaratmak için lokanta açıldı. Amargili dört-beş kadının bir arada kalabileceği bir ev tuttuk. Büyük bir dayanışma vardı. Amargi ve Pınar olmasaydı, “Cadının Bohçası”nı (Esmeray’ın stand-up gösterisi) da yapamazdım. Amargi süreci beni besledi, kamçıladı ve “artık kabuğundan dışarı çık” dedi.
Nilgün: Hepimiz bu uygarlığın içinde şekillenmişiz: Yaptığımız her şeyi beğeniriz, çok severiz, eleştiriye çok kapalıyızdır. İlk tanıdığım andan itibaren Pınar eleştiriye çok açıktı. Eleştirileri, itirazları, önerileri yolunu bulmasının önemli bir parçası olarak görüyordu. Bu benim için çok önemli, kendi yaptığı işe yönelik itirazları olumlu, anlamlı bulan çok az insan var. Amargi’yi bir vakitler çok eleştirirdim. Çok kendine kapalı olmasını eleştirirdim, bugünse Amargi’ye “yolgeçen hanı” diyorum. Amargi bugün bence doğru bir örgütlenme. Milliyetçi, cinsiyetçi, ırkçı, homofobik olmayan kadınların, dönmelerin, travestilerin istedikleri anda içine girdikleri bir yapı; geliyor ve burada olmak istiyorsa, oluyor. Amargi dergi ise sorular soran ve farklılıklarıyla cevapları arayan bir dergi.
Mısır Çarşısı davası Pınar’ı , Amargi’yi, ilişkilerinizi nasıl etkiledi?
Nilgün: Pınar’la daha ilk tanıştığımda, heyecanla, kafasındakileri, neler yapmak istediğini, nasıl bir şey oluşturmayı düşündüğünü anlatıyor, anlatıyor, anlatıyor... Aramızda ciddi bir yaş farkı da var, o zaman küçücüktü. Şöyle düşünmüştüm: Bu heyecanlı kadın bu zalim dünyada nasıl korunacak?
“Bu kızın başına belâlar açılacak” diye bir endişe mi duyuyordun?
Nilgün: Çok mutsuz olacak, hepimizin de başına geldiği gibi büyük baskılara uğrayacak diye korkuyordum. Tabii gaz patlamasını bomba diye, hay allah... Böyle bir şey hiç aklıma gelmezdi. Patlama haberi verildiğinde ne düşündüğümü tam hatırlamıyorum. Ama Pınar’la ilişkilendirildiği an ne düşündüğümü hatırlıyorum. Yaşama yüklediği mânâyı biliyordum. Pınar’la sokakta yaşayan çocukların atölyesi için birlikte düşünmüştük, birlikte çalışmıştık. O karanlık zamanlarda Pınar’ı da o şiddetin içine çekmek istediklerini düşünüp çaresizlik hissetmiştim. Pınar’ı da hırpalayarak memleketin halini bu olayla daha da kötüleştirmek istediklerini düşünmüştüm.
Zeynep: O kadar büyük bir enerjisi var ki, böyle bir enerjinin karşısında çok büyük bir belâ ancak denk olabilir diyorsun. Başına gelen belâlar da onun enerjisi kadar büyük oldu.
Ama yaşadıkları onu buruklaştırmadı acılaştırmadı, sertleştirmedi... Başına ne gelirse gelsin, onda bir travma etkisi yaratmadı, onu hiç değiştirmedi. Üzüldüğü oldu, fakat hayata karşı tavrını, insanlara o açıklığını hiç değiştirmedi.
Nilgün: Ama sürekli katliam olayıyla gündeme gelmek çok acı, çok ağır bir şeydi. İsyan ediyordu buna.
Esmeray: İnsanın sürekli kendini savunmak zorunda bırakılması çok kötü.
Zeynep: Ona yaşatılan bu şiddeti kendi hayatına sokmamak için büyük mücadele verdi. Kırmızı çizgileri ihlâl eden bir özgürlüğü var Pınar’ın. Bir sosyolog, bir entelektüel, ama mesela şunu idrak etmiyordu: Türkiye’nin bir takım kırmızı çizgileri var, bu çizgileri geçmeyeceksin, geçersen başına belâ açarlar. Savaş karşıtıydı. “Niye savaş var?” sorusuyla çıktı yola ve bu soruyu herkese sorma özgürlüğünü kendine tanıdı. Gerçekten savaş olmasın istiyor. Entelektüel dürüstlük açısından herkesin yapması gereken bir şey bu. Aldığı ideolojik eğitim bu soruyu sormasını engellemedi. Sınırlandırılamayacak, kendini sınırlandırmayan bir insandı.
İlkay: Hem bu kadar yaşamın içinde olup Türkiye’nin arka sokaklarında varolmaya çalışan insanlarla yaşayan, hem de Türkiye gerçeğinden sanki çok uzakta gibi davranabilen bir insan olması beni şaşırtırdı hep. Enerjisi, iyi niyeti tehlikeleri düşünmesine engel oluyordu.
Nilgün: Ben tam o kanaatte değilim. Bence risklerin farkındaydı. Sokakta yaşayan insanlarla ilişki kurup birlikte bir yaşam örmeye çalıştığında da, savaşa karşı çıktığında da risklerin farkında olarak yaptı bunları. Ama bombalama gibi bir şeyle suçlanacağı asla aklına gelmemiştir. Hangimizin gelir ki? Pınar yaptıklarını yapmak zorunda hissediyordu.
Kastettiğin, bir sorumluluk duygusu mu?
Nilgün: Evet, tabii. Pınar bir muhalifti. Savaşa muhalifti, yoksulluğa muhalifti, kadınların, travestilerin, transseksüellerin, Kürtlerin, Ermenilerin ezilme ve sömürülmesine muhalifti. Bu ülkede bunlara karşı olanların başına neler geldiğinin farkındaydı.
Zeynep: Bu kadarının başına gelebileceğini düşünmüş olamazdı.
Böyle bir şey de zaten kimsenin başına gelmedi. Söylediğinin, yazdığının, savunduğun bir fikrin, yaptığının karşılığında başına gelebilecekleri göze almak ayrı. Ama bir savaş karşıtının, bir barış yanlısının “katliamcı” olmakla, “bombacı” olmakla suçlanması, başına tam mânâsıyla çorap örülmesi göze alınabilecek bir şey değil.
Zeynep: Hepimizin aldığı o milliyetçi eğitim onu korkutmamış, yeterince derine işlememiş o ideoloji. Kendini savunabileceğini düşünüyordu. Çünkü barışı savunuyordu, savaşa karşıydı. Fakat, öyle bir çorap ördüler ki başına, öyle büyük bir senaryo yazıldı ki. Bu büyük bir iftiraydı. Bu büyük belâyı öngöremezdi, öngörmedi ve Pınar kendini bir labirentin içinde buluverdi. Ve bitmeyen bir 11 yıl başladı. Bununla baş etmeye çalışarak bir 11 yıl geçirdi.
Nilgün: Bir şiddet karşıtına verilebilecek en ağır cezaydı bu: Yıllarca yıllarca ölümlerle anılmak.
İlkay: Şiddet karşıtı birine bu kadar korkunç bir şiddetin yüklenmesi!
Yargıtay’ın beraat kararını bozmasını nasıl karşıladı, karşıladınız?
Zeynep: Yargıtay’ın kararı büyük bir şok yarattı. Beklemediği bir şeydi. Önce, usûlden bozulmuştu, davanın kapanmadığını hissediyorduk, ama böyle bir şey hiç beklemiyorduk. “Ailece bu davadan o kadar iğrendik ki” diyordu. Bir ıstırap ve mide bulantısı haline gelmişti. Bu, bence, yakın dönem tarihinin en karanlık davalarından biri. “Derin devlet” eğer gün ışığına çıkarsa, Pınar’ın başına bu belâları kimin açtığını da öğreneceğiz. Mahkeme iki kere beraat ettirdi. Neresinden tutsanız elinizde kalan bir dava. Çelişkilerle dolu. Hakimlerin beraat ettirmesi yetmiyor. İlle de bir ceza alması “emri” var. İşkence altında alınan itiraflarla mahkûm edilmek isteniyor.
Sizce Pınar’a yönelik bu ısrar neden?
Zeynep: Bir öç duygusu var. Bu, aslında, bir yandan da bütün aydınlara verilen bir gözdağı: “Kırmızı çizgilerimizi, resmî politikalarımızı aşamazsınız. Bizim muhatap almadığımız kimseyi muhatap alamazsınız, onunla diyalog kuramazsınız.” Pınar’a yapılanlar hepimize bir şey söylüyor. Bu dava sürecinde nasıl bir tavır alacağımız bu açıdan da çok önemli. Pınar’a sahip çıkmak, aynı zamanda kendi hayatımıza sahip çıkmamız anlamına geliyor. Kuru bir akıl olsaydı Pınar, belki o kadar rahatsız edici olmayacaktı. İnsanî gücü fazla olan, diyalog kurmak isteyen entelektüeller tehdit olarak algılanıyor. Bu yargı kararlarıyla bazı güçler mobilize ediliyor.
Nilgün: Bu davanın, asıl olarak Pınar’a ama, bütün muhalefete, özellikle de Türk, yani Kürt olduğu için ezilmeyen, Kürt olduğu için baskıya uğramayan, fakat demokrasi için, barış için, baskıya karşı çıkmak için uğraşan orta sınıf Türk okur-yazarlara verilmek istenen bir ceza olduğunu düşünüyorum. Bunun öç olduğunu düşünmüyorum. Çok siyasî bir tavırla karşı karşıyayız. Devlet örgütlü bir güç ve muhalefetin güçlenmemesi için bütün olanaklarını kullanıyor. Pınar, kamuoyunun adalet duygusuyla, baskılara karşı yazdığı kitaplarla tanıdığı bir kadın. Pınar üzerinden gözdağı vermek devlet için iyi bir imkân. Devlet üzerinizdeki zulmü bitirmiyor. Derin devlet denen şey, aslında devletin zalim, baskıcı yönü. Devlet bizatihi bunun için oluşturulmuş bir mekanizma. Ama daha iyi bir hayat için çabalayanlar susmuyor, sinmiyor. Mesela, Pınar’la ilgili son karardan sonra, güçlü bir dayanışma açığa çıktı. Daha önceleri de bir dayanışma vardı ama, bu sefer sanki herkes “yeter, bu sefer izin vermeyeceğiz” duygusunda.
Nilgün: Bir yandan “Ergenekon, derin devlet çökertiliyor” denirken, bir yandan da barış isteyenlere, muhaliflere gözdağı veriliyor. Hem Pınar’a, hem hepimize. Açılım, demokratikleşme filan diyorlar, ama bunlar devlet tarafından kesinlikle istenmiyor. Pınar’ın beraat kararının bozulmasının da çok hesaplı kitaplı olduğunu düşünüyorum. Bence öç möç değil, siyasî bir dava bu. Umarım zulme karşı, baskıya karşı yükselen bu dayanışma duygusu ivme kaybetmez.
Zeynep: Bu dava sürecinde, ilk beraatten sonra Pınar evinde otursaydı, evlenseydi, çocuk doğursaydı, bir şeye bulaşmasaydı, acılı bir insan olup travmasıyla içine dönseydi, belki böyle olmazdı. Ama Amargi kooperatifi kuruldu, kitabevi oldu, dergi çıkardı, kitaplar yayınladı, kitaplar yazdı... Pınar üretmeye, mobilize etmeye devam etti. Onun enerjisini yok etmek istediler.
Nilgün: Patlamanın gazdan olduğunu söyleyen cayır cayır bilirkişi raporları var. Egemen olanlar demokrasiyi sadece kendileri için istiyorlar. Burası çok ağır baskıların uygulandığı bir ülke olmaktan kurtulamadı.
Yargıtay’ın “oybirliğiyle” bozması da manidar değil mi? Bunca veriye rağmen, tek bir üyenin dahi şüpheye düşmemesi ilginç değil mi?
Zeynep: Evet, ilginç! İki kere beraatten, onca rapordan sonra tek bir üye bile nasıl tereddüt etmez? İnsanın adalet duygusunu tamamen yıkan bir karar.
İlkay: Davanın hiç bitmemesi çok yorucu. Çok uzun sürdü. Tam “bitti” dediğin zaman, tekrar başlıyor.
Nilgün: Bu davanın bitmemesi bana Prometheus’un hikâyesini hatırlatıyor. Bu bir düşünce davası olsaydı ve yine bu kadar sürseydi, Pınar’ı bu denli üzmezdi. Sonuç olarak, hepimiz gibi Pınar da bu ülkede muhalif olmanın, düşünce suçlusu olarak uzun yıllar hapiste yatmak ya da davaların yıllarca sürmesi anlamına geldiğini biliyordu. Ama ölümlerle anılmak hep çok üzdü onu. Pınar bu duygularını pek anlatmazdı. Zaman zaman biz de bu süreci unutuyorduk. Hepimiz bu bir gün bitecek diye düşünüyorduk; bu demokrasiye, bu devletin adaletine inandığımız için değil, ama başka türlü yaşamak da mümkün değil. İnsan, hayatı sürdürebilmek için adaletin bir gün tecelli edeceğine biraz olsun inanmak istiyor. Bu karar biraz da bunu yok etmeye, daha güzel bir dünya istek ve özlemlerimizi yok etmeye yönelik.
Söyleşi: Siren İdemen
Kaynak: Express Dergisi - Sayı 94