Yıldırım Türker
Pınar Selek'le bundan beş yıl önce, hapishaneden çıktığında buluşmuştuk.
O sıralar 29 yaşındaydı. Hayalî bombacı olarak iki buçuk yılını Ümraniye Cezaevi'nde geçirmiş, kanlı bir 'Hayata Dönüş' operasyonu ertesi tahliye edilmişti. Çok şey görmüş, çok yaradan yaralanmıştı. Ama kendi olma, kendi kalma mücadelesini sürdürmeye yeminliydi. Güneşli bir sabah Pınar Selek'le iki ajan gibi buluştuğumuzu hatırlıyorum. Ardındaki gazeteci ve diğer meraklıları atlatarak randevu yerine geldi. Kendimize bir sığınak bulup uzun uzun konuştuk. Beni en çok şaşırtan, hiç acılaşmamış olmasıydı. Coşkusundan, iyi bir dünyalı olma hevesinden hiçbir şey kaybetmemişti. İnsana şu dünyada durduğu yeri zindan ediveren içtenliği hiç yara almamıştı. Önce ondan sonra kendinizden kuşku duyar hale geliyor, bu gencecik insanın inceliği, yumuşaklığı, sevecenliği karşısında kilitlenip kalıyordunuz. Yaşadıklarını onun ağzından dinlemek, gazetelerde çıkan 'renkli' yorumların yerine sahici bir tanıklık serüvenini yansıtabilmekti amacımız. Aklım sıra bir söyleşi yapıyordum onunla. Tahliye edildikten beri büyük gazetelerin gayretkeş muhabirlerinden çok çekiyordu. Konuşmamız süresince arayıp ısrarla kendisiyle çekim yapmak isteyen gazetecileri incitmeden, ikna etmeye çalışarak uzak tutuyordu. Karşısındakilerin ondan ille de ölüm oruçlarına nazire yemek yerken ve malum olaya nazire Mısır Çarşısı'nda alışveriş yaparken poz vermesini istedikleri düşünülecek olursa bu görüşmeleri küfürsüz sona erdirebilmesi bile benim açımdan bir mucizeydi. Nitekim ben öfkeyle tepinirken o tatlı tatlı gülümsüyordu. O gün onunla sohbetimiz saatler sürdü. Kendi hakkında bir şey anlatırken mahcup olan, tutuklandığında yaşadığı işkenceden bahsetmeyi uygun bulmayan, mağduriyet dilinin refahına bir an olsun sığınmayan Pınar, kendini mümkünse unutturmak istiyordu. Kahramanlığa, önde durmaya yatkın değildi, dünyayla yüzleşme yordamı. Söyleşiyi yayına hazırlamaktan vazgeçtim. Bu bütün kapılarını dünyaya açmış, karşısındakiyle birlikte düşünen, bir menzile varmaktansa arayışın kendisiyle beslenmeye inanan genç sosyoloğun o gün söylediklerini nasıl kayda düşebilirdim ki? Herkes onun hakkında kendi hikâyesini yazıyordu. Ben de kaçınılmaz olarak aynı hataya düşeceğimi sezdim. Onu birkaç kelimeye zincirlemek haksızlık olacaktı. Şimdi, onun için ağırlaştırılmış müebbet istenirken artık Pınar'ı tanımak için elimizde yeterli malzeme var.
Pınar'ın derdi
Pınar, 2000 yılının aralık ayında Ümraniye E tipi Cezaevi'nde oturmuş, bize neredeyse yepyeni bir dil, bambaşka bir deri öneren 600 sayfalık kitabı "Barışamadık"ın önsözünü yazmış:
"....Çocukken, 'vatan haini' ilan edilen barışçılarla tanıştım. 12 Eylül'ün kararttığı yıllardı. Her şey o kadar çirkin görünüyordu ki gözüme, haftada birkaç saat askerlerin türlü aramalarından geçip girdiğimiz zindan kapısı benim için bir ibadet yeri gibiydi. Demir parmaklıkların ardındaki o insanlarla öyle uzun uzun konuşma fırsatı hiç bulamadım. Sadece onları görmek, gülümseyişlerini ruhuma nakşetmek bana yetiyordu. Gerisini ise hayal gücüm tamamlıyordu.
'Barış Davası'ndan yargılandıklarını biliyordum. Barış sözü, dinlediğim masallarla rengârenk olmuş düşlerime yakışıyordu. Kendimce büyülü anlamlar atfetmiştim bu kelimeye. Barışçılar ise benim masal kahramanlarımdı. Onları tutsak eden silahlı canavarların barışçılardan korktuklarını hissedi-yordum. Eğer onlar bu zindandan kurtulurlarsa, dışarıdaki hayat eskisi gibi devam etmeyecek, çünkü tüm kötülüklerin nedeni onların tutsaklığı diye düşünüyordum. Tanığı olduğum ya da bizzat yaşadığım her acıda dudaklarımı büküyor: 'Siz görürsünüz, onlar çıksın, her şey değişeçek...' diyordum. Aradan yıllar geçti. Barışçılar, onları bekleyen ve artık çocukluğu yavaş yavaş geride bırakan bu biçareden habersiz, serbest bırakıldılar. Bir araya gelecekler diye çok bekledim. Gelmediler. Her biri kendi işinin başına döndü. Bir taktiktir belki, dedim. Değilmiş. Hayatımdaki ilk yenilgi dersini böylece almış oldum. Barışın yenilgisiyle.
Barış deyince uzun yıllar boyunca aklıma hep yenilgi geldi. Bu nedenle ilk gençlik yıllarımda barıştan uzak durmayı yeğledim. Sonra bir gün İstanbul'dan çıkıverdim. Kavak yellerinin esintileriyle serinleyen başımı tak diye ülkemin acıyla taşlaşmış gerçeğine çarpınca parça parça oldum. Savaşla tanıştım. Ülkemle tanıştım. Ölümle tanıştım. Sonra feryatlar, figanlar, kemiklerime, iliklerime sinen o bitmez tükenmez kahır. Bir kâbusun içine düştüm sanki. Çocukluğumdaki canavarlardan çok daha korkunç, çok daha acımasız yaratıklarla kuşatılmış milyonlarca mazlum insandan biri oldum. Köyler, tarlalar, hayvanlar, insanlar yakıldı gözümün önünde. Gencecik bedenlerin derilerinin nasıl yüzüldüğünü, kulaklarının nasıl kesildiğini gördüm, tecavüze uğrayan kızların çığlıkları hâlâ beynimde uğulduyor. Acılar üst üste biniyordu.
Bu kadarına dayanamam dediğim anda daha beteriyle tanıştım. Şiddetin kokusu, erkeğin rengi. Savaşın sesi...Boynum kırıldı, ciğerim deşildi, kalbimden vuruldum, tırnaklarım söküldü, askılara asıldım, ağladım, ağlamadım....Annem öldü, evladım katledildi, babam...Ben öldüm, öldürüldüm...Yaşam öldü.
.....Öğrendikçe omuzlarımdaki yük ağırlaşıyor. Depremler birbirini kovalarken kökleşmeye çalışmak, çınar olup gökyüzüne sarılmak istemek, hem de bunu zindanda, betonlara karşı yapmaya karar vermek....Ruhum ürperiyor. Yaşadığını hissetmek bu olsa gerek, diyorum. Yaşamayı sürdürebilmek için soru sormaya devam ediyorum.
Nasıl bir dönemde yola çıkmışlardı? Neye ulaşmak istiyorlardı? Nerede hata yapmışlardı? Bunları anlamadan geleceği kuramayız.
Barışın penceresinden denize açıldım. Hapishanede.
Korsanlar yolumu defalarca kestiler ama onları her seferinde atlatarak size kadar..."
Pekiyi neden?
Pınar'ın davası sürüyor. Davanın bu kadar uzamasının ardında Pınar'ın kendi saptamış olduğu yolundan vazgeçmemiş olması yatıyor.
Pınar, 'Barışamadık' kitabının bir bölümüne epigraf olarak Gandhi'nin bir sözünü koymuş: "Barışçıl mücadelede en ufak bir kuşku başarısızlık için yeterlidir. Sonuna kadar başarılı olmanın yolu saflık ve dürüstlüktür."
Sonra da kendi sözleriyle devam etmiş:
"Savaş-karşıtlığı, savaşa karşı bir duruş olarak anlaşılabilir. Belirli savaşların değil, savaşın karşıtlığıdır. Dolayısıyla ilkeleri vardır. Nedeni ne olursa olsun, politikanın bir yöntemi olarak savaşı olumsuzlar. Savaşın çeşitli koşullara göre şekillenen biçimini esas almaz, onu kategorilere ayırmaz. Savaşı haklı ve haksız diye ayırmadan savaşmayı topyekun reddeder. Bu reddediş, sınıfsal, cinsel, kültürel çıkarlar nedeniyle değil, ahlaki nedenlerle alınan bir tavırdır. Savaş üzerine yapılan tartışmaların geldiği aşama savaş karşıtlığını sadece belli bir çatışma anına değil, bu çatışmayı örgütleyen sürece, özellikle de militarizme yöneltir. Dolayısıyla savaş-karşıtı, ahlaki olarak savaşmadığı gibi, insan öldürmeyi öğrenmeyi, askere gitmeyi de ahlaki olarak reddeder. Vicdani ret tavrı savaş-karşıtı çizginin bir sonucudur. Bu çizgi her türlü askeri örgütlenmeye, bu örgütlenmenin toplum üzerindeki hegemonyasına, örneğin askeri yargılamalara karşı durur. Savaş-karşıtı, savaşın karşısında bir pozisyon alırken ister istemez militarizmle, milliyetçilikle, ırkçılıkla, sömürgecilikle ve ataerkillikle hesaplaşmak durumundadır. Savaşı besleyen, onun dayandığı ekonomik-kültürel-sosyal-siyasal yapıyı sorgulamak zorunda kalır."
Pınar Selek'ten 'Mısır Çarşısı bombacısı' diye söz eden kimi basın içi milisler ve onu vatan haini ilan eden kızılelma solcuları Pınar için istenen ağırlaştırılmış müebbet cezasının çıkması için duacı. Bu konuda suskun kalan kimi liberaller de cabası. Çünkü bu kadın, besbelli tekin değil onların gözünde. Kürtlerin gazetesinde yazıyor. Kadının özgürleşmesinden, heteroseksizme karşı direnmekten, barışın önemli bir tetikleyicisi olan vicdani redden dem vuruyor. Davası sürmekte olmasına rağmen hiç de boynu bükük görünmüyor.
Sizin hipertrofiye uğramış milli hassasiyetiniz incinmesin diye, kaprisiniz uğruna gencecik bir araştırmacı ömür boyu hapse tıkılsın, öyle mi?
Sahi ne çılgın Türklermişsiniz bre!
05.02.2006
Kaynak: Yıldırım Türker - Radikal
|
|