Korku ortamı
UZAK BATI 06.09.2010
Cem Sey
Toplumsal olaylar, siyasi akımlar dalga dalga gelir.
Yükseldikleri dönemleri, iniş dönemleri izler.
Ta ki, tekrar yükselmeye başlayana kadar.
Türkiye’de son yıllarda ciddi bir iniş gösteren derin devlet olgusu, sanki yediği ilk darbenin ardından tekrar ve başka şekillerde toparlanmaya başlıyor.
Ergenekon davasıyla ve ülkenin çeşitli kaldırımlarına bırakılan silahların bulunmasıyla en dip noktasına ulaştığı anlaşılan inişin bittiği ve tekrar bir çıkışın başladığı izlenimini güçlendiren en önemli işaretler hukuk alanında.
Aslında Hrant Dink’in katillerinin yargılandığı davada yaşananlar bu işaretlerin ilkini oluşturdu.
Birtakım devlet görevlilerinin, katilleri feda edip, arkalarında duranları perdelemeye çalıştığı izlenimi davanın hiçbir ânında ortadan kalkmadı.
Son olarak, Dink’i neo-nazi Michael Kühnen’e benzeterek, neredeyse cinayeti haklı çıkarma girişiminde bulunulması da bu sürecin son noktasıydı.
Ardından yazar Pınar Selek’e yönelik, bitmek bilmeyen organize saldırının devamı geldi.
Son olarak, Ermeni soykırımı konusunda çalışan Doğan Akhanlı’nın da Pınar Selek gibi adi bir suç işlediği iddiasıyla tutuklanmasını yaşadık.
Bu gelişmelerin bir başka yönü, başka bir deyişle madalyonun diğer yüzü, Batı ülkelerinde yine dayanışma hareketlerinin patlak vermesi.
Oysa biz, Avrupa’da yaşayan Türkler, 2002-2003 yılından beri bu tür dayanışma kampanyalarını unutmuştuk.
Pınar Selek hakkındaki iddiaların, ciddi hukukçuları utandıracak yöntemlerle tekrar ısıtılıp, patlamaya hazır bir silah gibi bu genç yazarın kafasına doğrultulmasıyla birlikte, Avrupa’da gerek olduğu anda çok büyük bir kampanyanın başlatılması için gereken yapılar da oluşturuldu.
Şimdi aynı süreç, çok daha hızlı şekilde Akhanlı olayında yaşanıyor.
Eğer Türkiye’deki hukuk sistemi, 12 Eylül diktatörlüğüyle başlatılan karanlık çalışma tarzına geri dönüş yaparsa, Türkiye’nin Avrupa’yla yaşadığı balayı dönemi de herhalde resmen son bulacaktır.
Akhanlı’nın cinayet işlediği öne sürülüyor.
Bir cinayetin araştırılması doğaldır ve zorunludur.
Ama hukuk devletlerinde bu araştırmaların bir yolu yordamı vardır.
Bu davada bu yol ve yordamın pek de iplenmediği görülüyor.
Akhanlı davasında insan hakları uzmanlarını ve hukukçuları rahatsız
eden en önemli noktaları sıralayalım:
1- Savcılığın iddialarını dayandırdığı en önemli belge, 1989 yılında işlenen cinayetin ardından işkenceyle alındığı sabit bir ifade. Bugün bu ifadenin sahibi ısrarla ifadesinin doğru olmadığını vurguluyor ama dinleyen yok.
2- Cinayet kurbanının olay sırasında olay yerinde bulunan ve katilleri gören oğlu, Akhanlı’yı teşhis edemiyor ama kayda alan yok.
3- Polis ve savcılıktan verilen bilgiler (şayet zahmet edip de bilgi verirlerse tabii) birbiriyle çelişiyor ve Akhanlı’nın savunmasını güçlendiren bilgiler davanın gidişini etkileyecek şekilde gecikmeli veriliyor ama uyaran yok.
4- Savunmanın çalışmasının zorlaşacağı bilindiği halde mahkeme Akhanlı’yı apar topar İstanbul dışına naklediyor ama “ne oluyor” diyen yok.
Bütün bunlara, sadece ve sadece Alman vatandaşı olan Akhanlı’nın, Alman Konsolosluğu ile ilişki kurması engellenerek, uluslararası anlaşmaların kabaca çiğnenmesi de tuz biber ekiyor.
Bu iddialara, eleştirilen kurum ve kişilerin verdiği doğru dürüst bir yanıt da yok ortada.
Sanki 12 Eylül’ün en karanlık günlerindeymişçesine bir vurdumduymazlıkla hareket ediyor sözde görevliler.
Biliyorsunuz, o zaman da “işkence yok”tu ama gözaltına alınanlar, sanki salgın bir hastalığa yakalanmışçasına “karakol pencerelerinden atlıyor ya da cezaevi merdivenlerinden düşüyor”du.
Aynı hesap.
Belli ki, birileri o günlerin korku ve baskı ortamını yeniden yaratmak istiyor.
Selek ve Akhanlı gibi aradan seçilenlere yapılacak sert ve kaba muameleyle, onlara (yıllar sonra iptal edileceği bilindiği halde) verilecek cezalarla başkaları, hatta belki bütün bir toplum korkutulmak, sindirilmek isteniyor.
Şimdi bu ortamda gelin de, “Hayır” diyenleri anlayın.
[email protected]