Pınar Selek
SEVGİNİN GÜCÜ




Zehra İpşiroğlu

05.07.2010

"Pınar Selek’le  Köln’de Karşılaşma  ve “Maskeler, Süvariler,  Gacılar” ve  “Sürüne Sürüne Erkek Olma”üzerine
Ezilenlerin izinde  iki kadın: Pınar Selek ve Türkan Saylan
Pınar Selek ve Türkan Saylan,  yaşamlarını   ezilenlerden yana adamış iki kadın….
Türkan Saylan:  Ergenekon davasına değin uzanan   yaşamı boyu peşimi bırakmayan  binbir çeşit  dava,  soruşturma, hristiyan misyonerliği, bölücülük, PKK yanlısı olmak gibi  suçlamalar,  tehditler….
Pınar  Selek:  Türkan Saylan’ın yaşadıklarını kat kat aşan acılar,  olmayacak bir davayla  tutuklanma, sorgulanma, işkence, komplo,  hiç bitmeyen bir karabasan…..
Türkiye gibi bir ülkede böyle bir işe girişmek   kolay mı? İftiralar, karalama kampanyaları, komplolar….
Türkan Saylan’ı çok iyi tanıyor ve  yıllardır birlikte çalışıyordum. Hiç tükenmeyen yapıcı gizilgücünü “Yapıcılığın Gücü, Türkan Saylan”la Söyleşiler kitabımda kaleme aldım. Türkan Saylan’dan  yapıcılığı öğrenmeye çalıştım,  duygusal zeka, analitik düşünce ve pratik zekayı bütünleştiren bir duruşu benimsemeyi, asla polemik yapmadan, olumsuz enerjinin beni etkilemesine izin vermeden  üretici olmayı... Aramızdan ayrılışı  onu yakından  tanıyan ve seven  herkes  gibi benim için de hiç kolay olmadı.
Pınar Selek’i   feminist ve antimilitarist bir duruşu sergileyen  yazılarından ve kitaplarından, bir de içine düştüğü  ancak Kafkaesk olarak tanımlayabileceğim akıl almaz  olaylardan tanıyordum.  Mısır Çarşı’sındaki bir patlamada bombacılık suçlamasıyla tutuklanmıştı.  Uzun süre neyle suçlandığını anlamadan tutuklu  kaldı.  Tutuklanmasının asıl nedeni  kürt sorunu ve PKK konusunda yaptığı bir araştırmaydı. Sorguladığında görüşme yaptığı kişilerin adlarını vermeyince bomba komplosu kuruldu. İşkence altında ifadesi alınan bir kişi Pınar Selek’le bomba attığını ileri sürmüştü, ancak kimse Selek’e tutuklu olduğu sürece bu konuda bir şey sormamıştı. Bu konuda ona karşı kullanabilecek  elde hiç bir kanıt yoktu. Yani Pınar Selek’in suçlanması sadece hiç tanımadığı birinin işkence altında söylediği, mahkemede de yalan olduğu  ortaya çıkan sözlere dayanıyordu. Böylece Pınar Selek delil yetersizliğinden aklandı. Patlamanın tüp gaz patlaması olduğu ortaya çıkması ise işin diğer absürt boyutuydu.
Hapisten çıktıktan sonra yaşam gücü ve enerjisinden hiçbir şey yitirmeden Amargi kadın dayanışması kooperatifini  kurdu,  antimilitarist görüşlerini gündeme getirdiği “Barışamadık “ kitabını yazdı.. Sonra da  sil baştan aynı suçlamayla gene yargılanınca memleketi terk etmek zorunda kaldı. Uğradığı haksızlık öylesine akıl almaz boyutlarda ki, farklı dünya görüşlerinde olan onlarca yazar bu haksızlığı gündeme getiren yazılar yazıyorlar.
Türkan Saylan’ın herkesin  kaçtığı bir hastalığa cüzama sahip çıkışı,  Anadolu’da bucak bucak dolaşarak  ölüme terk edilmiş olan  bu insanları toplaması ve iyileştirmesi, kurduğu cüzam hastanesi sonra da bir sivil örgütlenme olarak  Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, cüzamda uzmanlaşmasıyla birlikte kırsal kesimde köle gibi çalıştırılan, itilip kakılan kadınlara ve kızlara sahip çıkması ,  bugün neredeyse altmış bine ulaşan  kız çocuğuna okuma olanağını sunması bir değil birkaç ömre sığdırılabilecek bir gücü gösteriyordu.  Pınar Selek’in  ise bir sosyolog olarak yaptığı alan çalışmaları, kadın haklarını savunması,  kendilerine seks işciliğinden başka hiç yaşam hakkı tanımayan transseksüellere ve travestilere sevgiyle yaklaşımı, Kürt sorunlarına eğilişindeki anti militarist yaklaşımı ezilenlerden yana  benzer bir duruşu sergiliyordu.   Ancak  Pınar  Selek  kitaplarında toplumun tüm kurumlarında etkisini gösteren  ataerkil yapılanmayı, yani erkek olmayı  temelinden  sorguluyordu ki, bunun   bizim toplum gibi “erkek”bir toplumda  kolay affedilir bir şey olmadığı ortada.  Belki de bugün içine düşmüş olduğu  çıkmazın kilit noktası da  tam burada. 
Pınar’la İstanbul’da çok kısa karşılaşmıştık,  ilk kez Köln’deki okumalarında onunla tanıştım. Doğallığı, sıcaklığı, yaşam ve sevgi dolu haliyle sadece beni değil, herkesi etkilemişti . Onu   gördüğümde ilk kez Türkan Saylan’ın aramızdan ayrılışına duyduğum   acı  hafifler gibi oldu. İşte  inanılmaz enerjisi  ve yapıcılığıyla çevresini  aydınlatan yeni bir insan duygusu…Empati duygusu çok güçlü olan, çevresine olumlu enerji yayan,  kendine güvenen,  risk almaktan çekinmeyen,  canlı, etkin, atılgan bir insan…Kimi insan vardır, yıllardır tanırsınız ama size çok uzaktır, kimi insan vardır  onu daha ilk gördüğünüzde yıllardır tanıyormuşsunuz , sanki sizin çok yakınınızmış gibi bir duyguya kapılırsınız,  işte  Pınar böyle  bir duygu uyandırıyordu insanda…
Şiddet  iktidar ve çıkar ilişkileri: Maskeler, Şövalyeler, Gacılar
Pınar  ilk kitabı “Maskeler, Süvariler, Gacılar”kitabında  benim sokağımı anlatıyor,  Ülker sokağını….1996 yılında Habitat dolayısıyla kentte yapılan değişiklikler bağlamında, Ülker sokağında toplanan transseksüellere büyük bir saldırıya uğrayarak evlerinden yaka paça kovulmuşlardı. Bu olayların sonucunda  içlerinden  pek çoğu intihar etmiş ya da öldürülmüştü. Selek  sözlü tarih anlayışı çerçevesinde gerek kurbanlar ve olaylara seyirci kalan mahalle halkı, gerek olayların ele başlarıyla, örneğin polis Hortum Süleyman’ı ya da ülkücülerle yaptığı konuşmalarla  bu olayların içyüzünü  gözler önüne seriyordu. 
O yıllarda Ülker sokağında yaşayan biri olarak  her gece çıkan olaylardan, polisin ikide bir de mahallemizi basmasından bıkmıştım. Ne olup bittiğini anlayamıyordum ama gördüğüm bu insanların kimseye dokunmadan kendi içlerine kapalı bir yaşam sürdürmeleriydi. Olaylar hep polisin gelmesiyle  patlak veriyordu. Peki ama neden polis bu sokağı rahat bırakmıyordu?  Bir yolculuktan  dönüşümde mahallede bir değişiklik fark ettim. Tuhaf bir sessizlik vardı. Her yere Türk bayrakları dikilmişti , transeksüeller de ortalıkta görünmüyordu.  Ülker sokağa girişte kocaman bir masa kurulmuş, mahalleli bu masanın çevresinde toplanmıştı. Merakla yaklaşıp neler olup bittiğini anlamaya çalıştığımda,  “Mahallemiz temizlendi”, “artık rahat yaşayacağız”   gibi sözler beni hiç de tatmin etmedi.  Mahallenin temizlenmesi ne demekti?  Nasıl temizlenmişti? Bu insanlar nereye gitmişlerdi?  Neler olup bitiyordu? Niye dört bir yana Türk bayrakları dikilmişti?  Bu sorular  üstüne masanın başında oturan  kadın yerinden fırladığı gibi  bas bas bağırmaya başladı.  Bir anda inanılmaz bir gerilim oldu.  Düşmanca bakışlar altında herkes üstüme yürüyecek  gibi bir duyguya kapıldım. Aynı anda Hürriyetten  bir gazeteci beni tanıdığını söyleyerek koruma altına almaya çalıştı.   Çok kötü bir duyguyla oradan ayrılıp  evime döndüm.
Yıllar sonra Pınar Selek’in kaleminden“Maskeler, Süvariler, Gacılar”ı  yer yer çok duygulanarak okuyordum.  Nazi döneminde binlerce insanın yaşadığı bir sokaktan her gün birkaç Yahudi alıp götürülürken de kimsenin sesi çıkmamış,  belki de  bir çok kimsenin ruhu bile duymamıştı. Belki de olayları görenler vardı ama  soru bile sormamış ya da görmemeyi tercih etmişlerdi.   Ya da benim yaptığım gibi sormasına  sormuş,  sonra da  bu konuda bir şey yapamayacağını anlayınca da  yaşadıklarını  belleğin karanlığına gömmüştü. İnsan her tür haksızlıkla, her an her dakika ilgilenemez ki, bu da benim sorunum olmasın duygusu…. Faşizm böyle bir şey miydi acaba?  Öyleyse  yaşam boyu yazdıklarımla, duruşumla ezilenlerden yana olan ben de  ister istemez bu kurgunun bir parçası mı oluyordum? 
Ya  bu kitabı ele aldığı dönemde daha gencecik bir kadın olan Pınar Selek’i bu olayların içine iten dürtü neydi? Pınar’la  karşılaştığımız anda ilk sorduğum sorulardan biriydi bu.“Bu insanları tanıyordum” diyor. “Olaylar başladığında hemen gittim oraya ne olup bittiğini anlamak için. Sonra da birkaç gün onlarla kaldım. Yaşadıklarına birinci elden tanık oldum. Onlar için alışveriş yaptım, öylesine gerilimli ve tehlikeli bir ortam  vardı ki değil sokağa çıkmaya, pencereden dışarı bakmaya bile korkuyorlardı. Perdelerini sımsıkı çekip evlerine kapanmışlardı”. Pınar’ın master tezi transseksüeller konusundaydı. Böyle olunca da ister istemez girmişti olayların içine.
“İyi kalpli, sevecen insanlar. Hepsi üstüme titriyordu, bana bir şey olmaması için. Kaldığım odada bir ayna vardı. Aynadan  geceleyin girişte, yani holde  gelip giden adamları, yapılan pazarlıkları  tek tek izleyebiliyordum.  Pazarlık yapıldıktan sonra yan  odada  sessizce  kayboluyorlardı. Müşteri olarak gelenleri gördüğümde gözlerime inanamıyordum. Polisi de, ülkücüsü de akla hayale gelebilecek herkes oradaydı.”.
Geceleyin  müşteri olarak  transseksüellerin  evlerine  gelenler, ertesi günü türlü hakaretlerle bu insanların evlerini taşlayıp camlarını kırabiliyorlardı. Yaptıkları terör günden güne artıyordu. 
Böyle bir şey nasıl olabiliyor? Belki de şiddeti uygulayanların alıp veremedikleri kendileriydi, içlerindeki öteki.. Onlar transseksüelleri  aşağıladıkları ve yok etmeye çalıştıkları süre, kendilerine  ne kadar erkek olduklarını kanıtlamış olmuyorlar mı?
Pınar Selek bu kitabında şiddeti ve ötekileştirmeyi sorgularken “erkek olmanın” nasıl şizofrenik bir olgu olduğunu da gözler önüne seriyor.  Ötekileştirme, erkeklik, şiddet, şiddet ve iktidar ve çıkar ilişkileri üzerine kadın, erkek, genç yaşlı, herkesin okuması   gereken  çok düşündürücü ve çarpıcı bir kitap….
Sürüne Sürüne Erkek Olmak
Pınar Selek  Düren ve  Köln’de tanıtımını yaptığı, yakında  Almanca olarak  çıkacak olan Türkiye’de Pen Asena ödülünü alan  son kitabı “Sürüne Sürüne Erkek Olma” kitabında   ise bu sorunun üstüne tüm gelenekleri, ve gelenekleri sürdüren kurumları sorgulayarak çok  daha radikal bir biçimde gidiyor.  Sıradan bir okuyucuya  önceki kitabında işlediği  transseksüeller  ve travestiler sorunu toplumumuzda yaşadığımız onlarca sorunun arasında  belki de çok uç bir sorun gibi gelebilir.  Ama  erkek olmayı pekiştiren sünnet olma, askerlik gibi olguların sorgulanması   hiç dokunulmaması gereken  tabuların yıkılması anlamına geldiği için  hiçbir okuyucunun  yüzleşmekten kolay kolay kaçamayacağı bir gerçeği dile getiriyor.
Pınar’ı dinlerken gene geçmişe gidiyorum. 1908 doğumlu olan babam Mazhar Şevket İpşiroğlu sünnet olmayı ilk kez sorgulaması çocukluğumda  beni çok etkilemişti. Çok küçükken bir kral gibi giyinen sünnetlik çocukları gördüğümde,  çok kıskanmış, ben de böyle  pırıl pırıl  bir kıyafet ve şapka  istiyorum diye tutturmuştum. Neden sadece erkek çocuklara ellerinde asalarıyla pırıltılar içinde dolaşma hakkı veriliyordu?   Bunu büyük  bir haksızlık olarak yaşamış, erkek olmadığıma  çok ama çok  üzülmüştüm. Belki de ilk yaşadığım kız-erkek ayrımcılığıydı bu. Ama babam bana olayın içyüzünü kendi yaşadığı sünnet travmasını  da katarak  büyük bir içtenlikle  anlattığında iyice dehşete düştüğüm gibi  erkek olmadığıma da  bin kere şükretmiştim. Ne var ki babamın sünnete karşı  duruşu  aile içinde bir tabuydu.   Yıllar sonra aydın bir arkadaş çevresi içinde sünnet  olgusunu sorgulayarak  tartışmaya açmaya cesaret ettiğimde,  karşılaştığım olumsuz  tepkiler çok şaşırtıcıydı.   Gelenek gelenekti ve kimse geleneklerin sorgulanmasına sıcak bakmıyordu.  Herkes bin bir dereden su getirerek sünneti savunuyor, bir çocuğun sünneti yaşamamasını ileriki yaşamında büyük  komplekslerine yol açabilecek çok büyük bir şok olabileceğini ileri sürüyordu.  Sünnet erkekliğe ilk adımdı, bunu yaşamayan bir çocuğun da  erkekliği zedelenebilirdi. Bu tartışma bana  tabuların  neden kolay kolay yıkılamayacağını  açıkça  göstermişti.
Yıllar sonra genç bir kadın çıkıyor  ve sünnet olayının ardında yatan “erkek olma” zihniyetini  tüm zavallılığı ve gülünçlüğüyle  gözler önüne sermeye cesaret edebiliyordu.  Dahası  57 erkekle yapılan röportajlardan yola çıkarak  toplumumuzda yerleşik olan çok köklü ve güçlü  bir tabuyu daha, askerliği  de sorguluyordu. Davul zurna askere gitme, asker olma, her Türk askerdir  gibi söylemlerin incelenmesi ve ardında yatan zihniyetin sergilenmesi  ne kadar önemli bir adım. .. Böylece Pınar Selek  her erkeğin çocukluğunda ve gençliğinde  bir dönüm noktasını  oluşturan sünnet ve askerlik  olgusunun ardındaki  şiddet ve iktidar ilişkisini, bu ilişkinin ardındaki   erkil yapılanmayı erkeklerin söylemleri ve yaşantılarından yola çıkarak  gene erkek açısından   gözler önüne seriyordu.  Bu zihniyete göre   erkeklik şiddet demek. Erkek olma şiddeti yaşamakla başlıyor. Ancak şiddeti  tanıyan bir erkek, şiddeti içselleştirerek  uygulayabilecek bir güç kazanıyor.  Bu kısır döngüyü en güzel de kitabın “Sürüne  Sürüne Erkek Olma” adı  dile getiriyor. İyice sürüneceksin, aşağılanacaksın , burnun iyice boka batacak ki , erkek olabilesin. O  zaman sen de başkalarına  karına, çocuklarına,  kısaca   senden güçsüzlere aynı şiddeti uygulayarak erkekliğini yaşayabilir, böylece kendini çevrene ve topluma kanıtlayabilecek gücü elde edebilirsin.
Yaşadığımız toplum gerçekten de “sapına kadar erkek” bir toplum. Cumhuriyet dönemiyle birlikte kadın- erkek eşitliği kâğıt üstünde kabul edilmiş bile olsa, bundan yararlanabilen ancak çok küçük bir kesim. Şiddeti sadece erkekler değil   kadınlar da doğal sayıyorlar ve içselleştiriyorlar.  Öyle olunca da bu konunun  bir sorun olarak gündeme gelmesi bile tedirginlik yaratıyor.Gücünü şiddetten alan ataerkil  zihniyeti ve söylemleri  pekiştiren olgular:  Din, milliyetçilik ve militarizm. Bunlar  öylesine kök salmış gelenekler ki ,  kadın erkek hepimiz doğal bir biçimde içselleştirmişiz. Erkil zihniyet  ben’liğimizi, kimliğimizi oluşturuyor.  Doğduğumuz anda itibaren ataerkil sistemin öngördüğü kadın ve erkek rollerine  itiliyor, en küçük ayrıksı davranış da ise şiddetle cezalandırılıyoruz.  Ataerkil aile yapılanmasından otoriter okul sistemine, medyadan politikaya  değin toplumun her kurumunda bunun etkilerini görebiliriz.  Böyle olunca da  kadınların da çoğu kendilerini hiç de erkeklerle eşit göremiyor.  Aydın bir kesimin içinde bile kendine güvenen  ve bağımsız olmayı seçen kadınların sayısı parmakla sayılacak kadar az.
Öte yandan  politikada da erkil zihniyet sürüp gidiyor. Bugün Türkiye’de yaratılan dinciler- Kemalistler polemiği de  gene  aynı zihniyetin bir uzantısı değil mi?  Bir yanda din özgürlüğü  adına  (örneğin başörtüsü özgürlüğü) demokrasinin temelini oluşturan  kadın hakları, kadın-erkek eşitliği olgusunu  her fırsatta delmeye çalışan dinciler , bir yandan da demokrasinin savunulması adına askeri  savunan sözde  Kemalistler, yani milliyetçiler…. Bu polemiğe nasıl karşı durulabilir?
Sevginin Gücü
“Ezilenlerin bir araya gelmesiyle” diyor Pınar. “Ben tokat yemişsem, benim gibi tokat yemiş olan ama benim dünyamdan çok uzak olan biriyle dayanışmaya girebilirim. Bu çok güzel bir duygu  değil mi?”
Farklı dünya görüşlerinde olan insanların insan haklarını, kadın haklarını, demokrasiyi   savunma adına bir araya gelmeleri ve bazı şeyleri temelinden değiştirmeleri  mümkün mü, bu arayışa  hiçbir polemik yapmadan erkekler de katılacaklar mı, ne zaman, nasıl?   Ve en önemlisi de seslerini duyurabilecekler mi?  Sözgelimi bugün Türkiye’de askere gitmeyi reddettiği için  tutukevlerinde sürünen insanların olduğunu kaç kişi biliyor?  Alternatif bir yaşam içinde kilitlenip kalmak çözüm olabilir mi?
Öte yandan her insanın kendisi için isteyebileceği en birincil hak  tokat hiç yememek değil mi? 
“Ben tokat yemek istemiyorum” diyorum.
“Ama hepimiz her zaman yemiyor muyuz? “
Düşünüyorum  da,   Pınar  aslında  haksız değil.  Bizim toplumda yaşamak  sık sık da dayak yeme ya da dayağa  her an her dakika hazır olma  ve anlamına gelmiyor mu?. Bundan az çok hepimiz payımızı almışızdır. (Kendi  yazdığım kitaplardaki başkaldırı da  yaşadığımız şiddet toplumunun bir ürünü değil mi? ) Ama işin tuhafı  bir çoğumuz yediğimiz tokatları o kadar doğal sayıyoruz ki fark etmiyoruz bile.  Canı çok tatlı olanlar ise   kendi  gölgelerinden bile korkar olmuşlar. Tokat yemesem bile yiyebilirim korkusunu hiç tanımayan var mıdır toplumumuzda? Demokrasinin yerleşmemiş olduğu toplumlarda da bu korku her an, her dakika yaşanmaz mı?
“Korkularla yaşamımızı öğrenmemiz gerekiyor” diyor  Pınar “O da yaşamın  doğal bir parçası”.
Oysa ben bugün vardığım noktada,  korkularımı  aşma arayışı içinde değil miyim?
Pınar bir korku öyküsünün, bir karabasanın içinde yaşıyor. Yaşadıkları öylesine akıl almaz ki!   Tokat,  dayak  sözcüklerini  bin kere aşıyor…..
“Nasıl dayanıyorsun?”
“Sevgi”diyor  bütün içtenliğiyle“Sevginin gücü….”
Barış davası yüzünden yıllarca hapiste yatan tanınmış bir avukat olan babasını anlatıyor,  Mısır Çarşısı Davası sırasında olaylara dayanamayıp ölen annesini,  çok iyi para kazanan tanınmış bir iş kadınıyken  Pınar’ı desteklemek için yaşamını temelinden değiştirerek hukuk okuyan ve avukat olan kardeşini, bütün bir ailenin yıkılışını ve direnişini anlatıyor....
 Toplumumuzdaki şiddet kısır döngüsü içinde şiddete uğrayan insanların  nasıl kolaylıkla kurban rolünü içselleştirdiklerini düşünüyorum.  Ağlama ve yakınma edebiyatı türkülerimize bile girmemiş mi?. Oysa Pınar dimdik karşımda duruyor  hüzünlü değil, saldırgan değil,  kin ve öfke dolu değil;  dünyaya gülen gözlerle bakan sımsıcak bir insan,  yaşam, umut ve sevgi dolu….
Türkan Saylan’ın sözlerini anımsıyorum:” İşimi seviyorum, kendi koyduğum hedef doğrultusunda  mücadele etmeyi seviyorum, yaptığım her işte sevginin payı var... Yaşamın sırrı sevgi olmalı...…”
Ve bizler yaşama hangi açıdan bakarsak bakalım, hangi dünya görüşünde olursak olalım her tür  iktidar ve güç savaşımından, her tür polemikten uzak durarak sevgi yolunda buluşabilecek miyiz?  En önemlisi de  kendimize şiddetin  olmadığı bir yaşam alanı yaratmayı başarabilecek miyiz bir gün?" 












Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Mahkeme Süreci Court Process