Yeşim Yasin
Zamanın hızını çoklukla bir olayı anımsamak için düşünmeye başladığımız zaman farkederiz ya... Ben biraz önce farkettim. Anımsamaya çalıştığım tarih 2001, yani tam sekiz yıl olmuş. Oysa benim için olay capcanlı. Tüm fotoğraf kareleri pırıl pırıl. Bir taraftan korkutucu bu hızı farketmek, bir taraftan da “Ne mutlu ki bu kadar uzun zamandır dostuz” dedirtecek cinsten.
Neyse, lafı uzatmayayım. Evet, yıl 2001. Yaz ayları. Bir gün, bir telefon aldım Jülide’den. Telaşlıydı sesi. “Hemen bir şeyler yapmalıyız” diyordu, “çocukların durumu içler acısı”. Söz ettiği çocuklar, Pınar’ın yakından tanıdığı, bir zamanlar sokak çocuklarının reisi olarak nam salmış ve o tarihte cezaevinde bulunan genç adamın çocuklarıydı. Bunu duymak şaşırtmadı beni. Çünkü ne zaman Pınar’la özellikle Beyoğlu’nda yürüsek, avuçlarındaki tinerli üstüpleriyle yanımıza yaklaşıp, “merhaba Pınar Ablaaaa” diye sarılan çocuklar, gündelik olaylardandı artık. Bazen de biz, bambaşka bir şey için yolda olsak bile, ani bir kararla yiyecek bir şeyler alıp, sokak çocuklarının birkaçının kaldığını bildiğimiz yerlere sohbete giderdik. Bu genç adam da onlardan biriydi. Cezaevinde olduğu sürece Pınar onunla yazışmış, elinden geldiğince yardım etmiş ve ziyaretine gitmişti. Çıktığı zaman da görüştüklerini biliyorum.
Jülide “Mutlaka eve gitmeliyiz” dedi, “kendi gözlerinle görmelisin”. Ertesi gün, üçümüz -Jülide, Pınar, ben- düştük yollara anneyle, üç çocuğunun yaşadığı mekânı görebilmek için. Dolapdere’nin arka sokaklarında, bir bodrum katta, tuvaleti ve akar suyu olmayan karanlık bir evde yaşıyorlardı. Evdeki idrar kokusu bugün bile sızlatır burnumu, o kadar kesif. Çıplak beton zeminde kumaşın eprimişlinden ne renk olduğu anlaşılmayan bir kanepe, birkaç sandalye, ve bir piknik tüpüydü sahip oldukları tüm eşya. Tüpün üzerindeki tencerenin içindeki pilavdan daha çoğu yere saçılmış ve en minik kardeş ki, o zaman iki yaşında ya vardı ya yoktu, yerden o pirinç tanelerini toplamaya çalışıyordu. Gördüklerim karşısında soluksuz kaldığımı, zamanın donduğunu anımsıyorum.
Anne işsiz. Komşular ne kadar verirlerse, o kadar geçiyor eline. Çocuklardan en büyüğü sekiz yaşında; geçen yıl başlaması gerekirken ancak gözü gibi baktığı okul çantasıyla kurduğu ilişki olmuş onun için arkadaşlarının gittiği ilkokul. Diğer kardeş, ondan üç yaş küçük. En küçüğü de iki yaşında. Bu koşullarda yaşamalarına olanak yok. Ancak güvenemeyeceğimiz bir kurum da devreye girsin istemiyoruz. Peki, ne yapmalı? Nesin Vakfı. Elbette, önce Nesin Vakfı. Hemen sarılıyoruz kaleme. Vakıf Yönetmeni Ali Nesin yazdıklarımıza olağanüstü bir duyarlılıkla, derhal yanıt veriyor ve ertesi gün, Vakfın annesi, bir pedagogdan ve bir çalışandan oluşan üç kişilik grup, bizle birlikte çocukları görmeye geliyorlar. “Tamam” diyorlar hepsi, “hemen getirin”. “Yaşasın” diyoruz, bu kadarmış. Vakıf tamam da, peki anne ikna olacak mı bu duruma? İlk anda “olmaz” diyor anne, “ne olursa olsun çocuklarımdan ayrılmam”. Onu anlayabiliyoruz ama bu koşullarda bu çocukların ne kadar tekinsiz bir yaşam içinde oldukları da açık. Mutlaka ikna edilmeli anne. Bu yüzden kaç kez buluştuğumuzu anımsamıyorum. Sadece son buluşmamızda, artık son kartım, Brecht’in “Kafkas Tebeşir Dairesi”ni anlatacağım. Daha söze başlarken, anne “Biliyorum” diyor ve hikâyenin devamını anlatıyor. Duyduklarıma inanamıyorum. Bu kadın nasıl olur da bilebilir bu oyunu… O kadar beklenmedik ki… Oysa daha sonra sosyoloji, “bilen özne” olma halinden soyunduğumda, hangi alanların açılabileceğini öğretecek. Yazık ki, o zaman daha bilmiyorum. O zaman sadece, konuşmanın sonunda annenin ikna olması önemli. Oluyor da. Sonunda! İlk iki çocuğu için. Küçüğü vermiyor. Olsun, buna da razıyız.
Çocuklar yerleştiriliyor Vakfa. Birkaç gün sonra, onları ziyarete gidiyoruz Pınar’la, Çatalca’ya. Gerçekten iyi görünüyorlar. Kocaman bir bahçede, hayvanların ve meyve ağaçlarının arasında, çoktan kaynaştıkları yaşıtlarıyla keyifli bir oyuna dalmışlar. Derin bir nefes alıyoruz. Onlarla bir süre zaman geçirdikten sonra, Vakfın yöneticileriyle konuşmak için toplantı odasına geçiyoruz. Nesin Vakfı’nda çocuklar özgürdürler; olağanüstü bir durum yoksa, toplantı odasına da girebilir, soru sorabilir, şarkı söyleyebilir, hatta kucağınıza bir kedi bırakabilir veya ağzınıza bir sigara böreği sokabilirler. Özellikle ufaklıklar cıvıl cıvıldır. Bir ara, konuşmanın bir yerinde, Pınar’ın karşımdaki koltukta olmadığını farkediyorum. Soluma dönünce görüyorum. Yerde bağdaş kurmuş, üç küçük vakıf çocuğuyla bir halka içinde, kayısı çekirdekleriyle beştaş oynuyor. Ama ne büyük bir ciddiyet, nasıl bir kendini vermişlik, nasıl hakiki bir içtenlik ve samimiyetle. Dakikalarca. Onları izlediğimi farketmiyor bile. Çocuklar bir yandan, Pınar bir yandan çığlık çığlığa, kahkahalarla ve dakikalarca beştaş oynuyorlar.
O kareyi asla unutamam. Çocuklarla beraberken tamamıyla “şimdi ve burada” oluşunu. Peki, sadece çocuklarla zaman geçirirken mi verir bu kadar kendini? Kesinlikle hayır. Bunu zamanla çok daha iyi anladım. Her ne yapıyorsa, bütünüyle onun içindedir Pınar. Ve bunu ne birileri, ne de bir şeyler için yapar. O budur, nokta. Tamamıyla kendisi. Belki de anahtar burada. Fareli Köyün Kavalcısı gibi, birbirleriyle aynı mekânda bulunmaya bile tahammül edemeyen insanları, birkaç gün içinde kolkola getirebilmesi belki de bu yüzdendir. Pınar… hakikidir. Çevresindekilere nasıl baktığını, onları nasıl kendini vererek, önyargısız ve açık dinlediğini, onlara nasıl içten dokunduğunu ve nihayet onları nasıl sımsıkı kucakladığını bir kez görmek bile yeter anlamaya.
Ben defalarca gördüm. Ve Pınar’ı “sadece bu dünyada yaşadığını bildiğim için” bile sevmem tam da bu yüzden…