Yasemin Öz
Bazı öykülerin başlangıcı ve sonu yoktur. O yüzden öyküyü nasıl anlatacağınızı bilemezsiniz. Hele bir başkasını, o bir başkasının sizdeki yansımasını, aklınıza gelen binlerce çağrışımı anlatmak daha da zordur. Hem ne kadar anlatsanız sözcüklerle ifade edilemeyecek duygular olduğu için hem de ne kadar anlatsanız da eksik kalacağı için…
Pınar’ı anlatmak ise daha zor benim için. Onunla ilişkim hem yeryüzünde tanımlanmış pek çok farklı sözcükle anlatılabileceği hem de bunların hiçbirine gerçekte benzemediği için. O yüzden anlatma çabasına girebilirim ancak. Ve yine de hiçbir sözcük Pınar’ın gözlerinde göreceğiniz ışıltının derinliğini anlatmaya yetmez… O masalında yazdığı gibi bir su damlası. Hem kendine özgü bir bütün hem de okyanusta diğer damlalarla buluşup onların içine karışacak kadar diğer damlaların bir parçası…
Pınar’ın varlığını onu tanımadan biliyordum. 1996 yılında Ülker Sokak’ta travesti ve transeksüel kadınlar sistematik saldırıya uğrayıp Ülker Sokak’tan sürüldüklerinde, Kaos GL grubunun aktivistlerinden biri olarak, medyadan izlemiştim olayları. O derece korkunç gelmişti ki bana olup biten, 2. Dünya Savaşı’nın ardından Yahudilerin çektiği zulmü anlatan onca film çekilmişken, artık insanlığın insanlık dışı zulmü öğrenmiş olduğunu ve bir ülkenin en büyük şehrinin en merkezi semtlerinden birinde, gözler önünde, bu hoyratlıkta, aynı zulmün yapılamayacağını sanıyordum.
Ülker Sokak’ta olan biten beni o denli dehşete düşürmüştü ki, Kaos GL dergisine bir yazı yazmıştım. Sonraki zamanlarda duydum ilk Pınar’ın adını. Ülker Sokakla ilgili yaptıklarını, araştırmasını. O sıralar ancak bir eşcinselin bunu kendine dert edineceğini sandığımdan, Pınar’ın da eşcinsel olduğunu düşündüm. Ama duyuyordum çevremden eşcinsel olmadığını, yine de “Bir yanı öyledir mutlaka, bizim gibi gizleniyordur” diye düşündüm.
2005 yılı sonlarıydı. Medyadaki tecavüz haberleri ile ilgili bir kampanya yapıyorduk. Pınar mesaj atmıştı bana, ortak bir şeyler yapmayı önermişti. O sırada Ankara’ya geliyordu. Tanışıp konuşmak istedi. Tuhaftı aslında onca yıldır aynı politik mücadele içinde tanışmamış olmamız. Birlikte yemek yemek üzere randevulaştık. Pınar bir arkadaşıyla gelmişti. Doğrusu bu kadar güzel bir kadınla tanışmayı ummuyordum. Güzelliği yalnızca fiziksel bir durum değildi. Güzelliği konuşmasında, heyecanında, inancında ve gözlerinin içindeki ışıltıdaydı. Yanıma oturmuştu, konuşurken sürekli dokunuyordu. Gerildiğimi hissettim. Bir eşcinsel olarak yeni tanıştığım kadınlarla dokunarak ilişki hiç kurmamaya özen gösterdiğim için, Pınar’ın aşırı sıcak halini nasıl karşılayacağımı bilemedim. Ama geçti hemen, çünkü Pınar’ın sahiciliği sarıyordu insanı. Saatler boyunca konuştuk o gün, sanki birbirimizi hep tanıyormuşuz gibi. İkimiz de aynı duyguya kapılmıştık.
Sonra tekrar geldi Pınar Ankara’ya. O gün bana Maskeler, Süvariler, Gacılar kitabında Kaos GL’de yazdığım yazıları neden alıntıladığını anlattı. İki yazımı alıntılamıştı. Biri Ülker Sokak diğeri platonik aşk üzerine. Merak ettim, platonik aşkla ilgili yazımı neden alıntıladığını, bu yazının neden dikkatini çektiğini. “İnsanlar eşcinsellik deyince yalnızca cinsellik düşünüyorlar. Sen o yazıda cinselliği umursamadığını, bunun derinde yaşanan bir şey olduğunu anlatmıştın. İnsanlar bilsin istedim” dedi.
İlk o gün derinden hissetmiştim Pınar’daki adalet duygusunu. Eşcinsel olmayan bir kadının, eşcinsel aşkın cinsel olarak etiketlenmesindeki haksızlığa karşı çıkma gereği duyması, ancak onun hiçbir haksızlığa tahammül edememesi ile açıklanabilirdi. O günden sonra Pınar’ın hayatımdan hiç çıkmayacağını biliyordum.
Sonrasında Pınar İstanbul’a geldiğimde buluştuğum, Ankara’ya geldiğinde karşıladığım bir arkadaşım oldu. Sanırım onda en son alıştığım şey, görür görmez elimi tutup yolda el ele yürümesiydi. Hala eşcinselliğimi kabullenemediğim için, kadın kadına el ele yürümek bana çok gerilimli geliyordu. Şimdi onunla ömür boyu, nerede olursak olalım, el ele yürüyeceğimizi biliyorum.
İstanbul’a aniden ve istemeden taşındığımda ilk Pınar’ı aramıştım. O ne kadar mutlu olduysa gelmemden, ben en az o kadar mutsuzdum İstanbul’da olmaktan. Ama içimi rahatlatıyordu Pınar’ın varlığı. Pınar benim için İstanbul’da bir sığınaktı. Birlikte politika yapabileceğim, aynı dili konuştuğumu bildiğim belki tek insandı.
Sonrasında birlikte Amargi serüvenimiz başladı. Aklım sürekli Ankara’daydı. Hiçbir şey yapmak gelmiyordu içimden, kaybolmuş gibi hissediyordum kendimi. Pınar çok tezcanlı olmasına rağmen benim isteksizliğimi ve durgunluğumu hiç sorgulamadı. Beklentiler yüklemedi üstüme, sürecimin olduğu gibi akmasına tanıklık etti ve yanımda bulundu yalnızca. Kendime gelmem için beni bir şeylerin içine katmaya çalışıyordu ufak ufak. Anlıyordum ve minnet duyuyordum söylemeden. Kaybolup gitmeme izin vermek istemiyordu. Tüm dünyaya karşı kendini sorumlu hissettiği gibi, bana karşı da sorumlu hissediyordu. Dokunduğu, değdiği her insana karşı kendini sorumlu hissediyordu. Bir acıyı biliyorsa, onu bilmiyormuş gibi yaşamaya devam edemiyordu. Anlatılan her detayı, her üzüntüyü aklında tutuyor, arayıp soruyordu. Yalnızca benimle değil, etrafındaki herkesle böyle bir ilişki kuruyordu. Ne zaman arasam yanımdaydı, hiçbir zaman, hiçbir nedenle bırakıp gitmedi. İnsanın içindeki iyiliğe inanıyordu Pınar, eğer iyiliğin olduğuna inanıyorsa vefası sonsuzdu. Kendimi bağışlayamadığım hatalar yaptığımda bile, benim yerime beni bağışladı. Ondan sonra dost olduk Pınar’la. Daha doğrusu onun gerçek bir dost olduğunu anladım.
Pınar’la ilk tanıştığımız zamanlar çocukluğumuzu, 80 darbesini, hayallerimizi, masal kahramanlarımızı konuşuyorduk. Benim ergenlik yaşlarımda Sevgi Soysal’ın Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu kitabını okurken hayran olduğum ve sonrasında hayatını merak edip üzerine kitaplar okuduğum Behice Boran’ı, Pınar çocuk yaşlarında tanımıştı. İkimiz de zulümle erken tanışmış çocuklardık, aynı düşlerde kesişmiştik bilmeden belki de. O yüzden zulme karşı çıkanlar, çocukluk kahramanlarımız olmuştu. Onlara benzemek, zulme karşı çıkmak çocukluk düşümüzdü. Başka yerlerde, başka nedenlerle aynı düşü gören çocuklar olarak buluşmuştuk bir gün. Tesadüf değildi belki de buluşmamız…
İstanbul’da yaşamaya başladıktan sonra, Pınar’ı gerçekten tanımaya başladım. O söylediği gibi yaşayan az insandan biriydi. Onu tanımadan önce pek çok insan gibi merak ediyordum; “Neden Dame De Sion mezunu, yurt dışında eğitim almış, üst sınıfa mensup sayılabilecek ve yaşamda ulaşmamız gerektiği öğütlenen tüm mertebelere rahatlıkla ulaşabilecek biri, kendi üstüne vazife olmayan ötekilenmeleri bu kadar kendine dert edinsin, bunun için her türlü zulme maruz kalsın, karalanmayı, hayatını zindanlarda geçirmeyi göze alsın, yine de vazgeçmesin? Neden sokakta yaşayan çocukların, travestilerin, transeksüellerin, eşcinsellerin, Kürtlerin, Ermenilerin sorunları onu bu kadar ilgilendirsin?”
Çünkü Pınar adalet istiyordu. Adaletsizlik görüp bunu görmezden gelmek vicdanını rahatsız ediyordu. Pınar yaşamı ve yaptıklarıyla, adaletsizliğe karşı çıkmak için, adaletsizliğe maruz kalmak gerekmediğini gösterdi. Tek bir kişiye dahi yapılan adaletsizliğin, adalet kavramının kendisini zedeleyeceğini, artık hiç birimizin masum kalamayacağını gösterdi. O yüzden adaletten hoşlanmayanları bu kadar rahatsız etti. O yüzden bu kadar adaletsizlikle karşılaştı. Adaletten hoşlanmayanlar öyle rahatsız oldular ki; Pınar gibi insanlar adalet aramaya korksun diye, Pınar’a komplolar kurdular. Hem de kendilerinin bile inanmadığı senaryolara hepimizin inanmasını bekleyecek kadar büyük bir cüretle yaptılar bunu.
Pınar’la olağan bir Amargi toplantısından çıkmıştık. Yemek yemeye gittik, benim gönül meselelerimi konuşmak için randevulaşmıştık. Yemekte “Yargıtay Savcılığı cezalandırılmamı talep etmiş, beraat kararının bozulmasını istiyor” dedi. “Bundan konuşmayalım, anlat bakalım gönül işlerini” dedi sonra da. Biraz konuştuk gönül meselelerimden. Ama o cümle aklımda dönüp duruyordu. Tek bir cümleydi. Nefes alamadığımı hissettim, göğsüme bir sancı girdi. Kalp krizi geçiriyorum sandım, paniğe kapıldım. “Çıkalım, nefes alamıyorum” dedim Pınar’a. Kalp krizi olmadığını, yalnızca panik atak geldiğini anladım kısa sürede. Ama ölüm korkum geçmiyordu. Elimden tuttu Pınar, “İlacın yok mu dedi?”. “Amargi’ye gidelim, orada kendimi güvende hissederim, orada içerim” dedim. Yolda havadan sudan konuşup kafamı dağıtmaya çalışıyordu. Beni sakinleştirmek için şarkı söylemeye başladı. Pınar’ı tanıyanlar onun şarkı söylemek konusunda pek yetenekli olmadığını ama şarkı söylemeyi çok sevdiğini bilir. Amargi’ye gittik, ilacımı içtim. Pınar ayrılmadı yanımdan. Ömür boyu hapsi istenirken kendi derdini bıraktı, benim panik atağımla uğraştı.
Karar açıklanmadan bir akşam önce birlikte eve gittik. Geç saatlere kadar ertesi gün yapacağımız cinsel şiddete karşı basın toplantısının hazırlıklarını yapmıştık. Olağan bir gün gibi, hayat eskisi gibi devam ediyor gibi. Geç olunca evde sürdürmeye karar verdik hazırlıkları. Beethoven’ın 5. Senfonisini almıştım yanıma çalışırken dinleyelim diye. Özellikle onu almıştım çünkü 5. Senfoni diğer tüm senfonilerden ayrılır. Anarşizan ruhlu Beethoven bu senfoniyi yazarken olağan dışı bir şey yapmıştı çünkü. Senfonilerin birinci bölümü halk, üçüncü bölümü aristokratlar için yazıldığı halde, Beethoven aristokratlara olan tavrını göstermek için, birinci bölümü aristokratlar, üçüncü bölümü halk için yazmıştı. Bunu anlattım Pınar’a. Pınar sevdiği için kırmızı şarap içtik, konuşmadık davadan uzun uzun. Çok uykusuzdum, kanepede karşılıklı uzanıp şakalar yaptık. Arkadaşımızı bekliyorduk. O gelmek üzere aradığında,Pınar yalnızca bir an kanepede koluma yattı; “Korkuyorum” dedi. Nedense bu kadar akıl ve hukuk dışı bir karar çıkacağına inanamıyordum. Hem de meslek yaşamımda sıradan davalarda bile ne kadar adaletsizlikle karşılaşabildiğimizi bilmeme rağmen. “Bu kadar adaletsizlik de göz göre göre olmaz artık” diye düşünüyordum. “Korkma” diyebildim yalnızca, hiçbir sözcüğün anlamı olmadığını bilerek. Kısa bir an sarıldık birbirimize. O anda gözlerinde gördüğüm masum ve ürkek kız çocuğunu en zalim insan bile görse, Pınar’a haksızlık etmeye içi elvermezdi diye düşünüyorum.
Kararın açıklanacağı gün cinsel şiddetle ilgili yürüttüğümüz kampanyanın basın toplantısı vardı. Pınar’ın avukatları yoğun olduğu için öğleden önce kimse gidemeyecekti kararı öğrenmeye. Bir arkadaşımdan rica ettim karara öğleden önce bakmasını. Basın toplantısı başlamak üzereydi. Arkadaşıma “Olumsuz olursa arama, mesaj at” dedim. Olumsuz olursa Pınar’ın o anda etkilenmesini istemedim.
Tam toplantı başlamadan telefon çaldı. Umutla açtım. Arkadaşım kararı satır satır okudu. “Bu bir kabus olmalı” diye dinledim, birazdan uyanacağım ve bitecek. Gözyaşlarımı tutamadığım için sokağın ilerisine, kimsenin beni göremeyeceği bir yere yürüdüm.
Pınar konuştu toplantıda, göz göze geldiğimizde gülümsüyordum. Bilmesini istemedim o sırada. Toplantı bitimi Amargi’ye yürüdük hep birlikte. Nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum. Hiçbir şey yokmuş gibi konuşmaya devam ettim. En doğru olanın Amargi’de, yuvası gibi hissettiği bir yerde söylemek olduğuna karar verdim.
Amargi’ye geldiğimizde “Haber aldın mı?” dedim. “Hayır, sen?” dedi. “Aldım” dedim. Başka bir şey söyleyemedim. Söyleyemesem anlar diye düşündüm. Anlamak istemedi, “Eeee?” dedi. Söyledim, arkasını dönüp gitti, döndü, tekrar sordu. İnanmak istemiyor, duyduğunu idrak edemiyordu. Tekrar söyledim. Oturduk, ağlamaya başladı, donup kaldık hepimiz, ne söyleyeceğimizi bilemedik. Hemen toparlandı; “Babamın ve kardeşimin yanına gitmeliyim, duyunca kötü hissederler” dedi. O anda bile hâlâ kendini değil sevdiklerini düşünüyordu.
Çıktım Amargi’den, ne yapacağımı bilemedim. Alp amcayla konuştum yolda. “Belki Pınar’ın değil diğer sanıkların cezalandırılmasını istemişlerdir” dedi. Bunca yıl avukatlık yaptıktan sonra böyle bir karara inanamıyordu. Kararı satır satır dinlediğimi söyledim.
Pınar aradı birkaç saat sonra. Kararı okumuşlardı. Adına mahkeme kararı, hukuk metni denen, Türkçe dilinde, yüksekliği 29,7 cm, genişliği 21 cm olan, beyaz renkli, canlı bir ağacın yaşamına son vererek üretilmiş, adına kağıt denen cansız bir nesneye, birkaç sayfa olarak dökülen sözcükler… Bu gezegende adaletsizliğe karşı çıkan genç bir kadının hayatı boyunca yaptıklarını tersi gibi gösteren, onun yaşamının kalanını bir komplo yüzünden feda etmesini isteyebilen, Türkiye Cumhuriyeti devletinin arşivlerinde yıllarca saklanacak ama evrensel belleğin kayıtlarından sonsuza dek silinmeyecek bir adaletsizlik belgesi…
Ben Pınar’ı tanıyorum. Onun bu suçlamalarla ilgisi olmadığını, bunun komplodan başka bir şey olmadığını biliyorum. Bir tek ben bilmiyorum, onun dokunduğu herkes biliyor. Çünkü Pınar, dokunduğu herkesin daha iyi bir yaşam sürmesi için, yaşamda kavuşabileceği her türlü olanaktan vazgeçmiş biri. Pınar’a komplo düzenlendiğini mahkeme dosyasındaki dilsizleştirilen belgeler bile biliyor.
Pınar’ı suçlamak için komplolarına alet ettikleri Sokak Çocukları Atölyesi’nden bir çocuk tanıyorum. Adı Muzaffer. Şimdi büyümüş elbette. Gemilerde çalışıyor. Arada bir halimi hatırımı soruyor. Geçen gün gemide çektirdiği resmini göndermiş. “Şişmanlamış mıyım abla?” diye sormuş. Pınar olmasaydı Muzaffer şimdi nerede olacaktı kim bilir? Her karşılaşmamızda Pınar’ı soruyor Muzaffer. Sorarken gözleri ışıldıyor. İşte Muzaffer’in gözlerindeki ışıltı Pınar’ın tanığıdır ve bu komplonun ispatıdır.
Her yıl Amargi için eğlence gecesi düzenliyoruz yaz aylarında. Her yıl Gülay bize şarkı söylüyor. Geçen yıl Pınar o gecede hepimizi çok coşturmuştu. Gözlerindeki çocuksu pırıltı, şarkı dinlerken yaydığı çocuksu neşe hepimizi sarmıştı. Bu yıl Pınar yoktu aramızda. Gülay’la şarkı söyledik Pınar için. “Susarlar, sesini boğmak isterler, yarımdır kırıktır sırça yüreğin…”
Evet, yüreği sırça Pınar’ın. Dünyadaki her adaletsizlikle kırılacak kadar sırça. Ancak sırça kalpliler başkalarının gözlerindeki acıyı bu kadar görebilir. Pınar’ın yüreği sırça ama onun kalbinin kırılan her parçası, yeryüzünde o adaletsizliğe karşı gelecek başka bir kalbe giriyor. Dünyadaki hiçbir metin, hiçbir sözcük; o girdiği kalplerde bıraktığı adaleti geri alamaz. İşte bu yüzden Pınar için hepimiz adalet istiyoruz. O girdiği kalplerde adalet duygusu bıraktı çünkü…
Bu dünyada başımıza ne gelirse gelsin, Pınar benim için, birbirimize masallar hediye ettiğimiz küçük bir kız çocuğu, bir su damlası olarak kalacak. Kötülük hiçbir zaman kirletemez masalları. Bizim masalımızı da kirletemedi, kirletemeyecek…