Karin Karakaşlı
Pınar Selek kadın hareketinden anti-militarizme, savaş karıştlığından eşcinsel ve transeksüellerin haklarına, ekolojiden küreselleşmeye çok farklı alanlarda sözünü ve eylemini ortaya koyan bir sosyolog, feminist ve aktivist. Halen bir doktora çalışmasıyla sosyolojiden siyaset bilimine kayarak bütün bu deneyimlerinin sistematik karşılığını arıyor. Bütün bu işlerinin ve sıfatlarının ötesindeyse Pınar masallar yazan, masallar yaşayan bir deli yürek. O yüreği en yakından yaşama şansına sahip olanlardan biri olarak, onunla karşılaşmamışı olanların da Pınar'ın ruhuna doğrudan bakabilmelerini istedim. Bütün bu siyasal mücadeleler sırasında sözünün arkasında durmak adına akla hayale gelmeyecek bedeller de ödeyen, ama bunları bile kazanıma dönüştürmeyi becermiş, kendi masalının kahramanı bu genç kadın, yeni bir yılın başlangıcında bireysel ve toplumsal hayatımıza dair çok köklü değişikliklere ilham verecek güçte…
***
Sosyoloji gibi kılı kırk yaran bir bilim dalıyla uğraşırken, masal kitapları da yazmak başılı başına bir tercih. İlk masal kitabın Su Damlası'nda şöyle demiştin: "Masallar hep çocuklara mı anlatılır. Zannederler ki insanlar büyüdükçe, masallara kulak vermez olurlar... Öyle değil. Büyükler masallara ihtiyaç duyar. Size bir şey söyleyeyim mi? Masalını kaybeden insan hayallerini de kaybeder..." İçime kazındı bu söz. Senin masalda bulduğun, okurların da senin masallarında bulmasını istediğin ne Pınar?
Benim masalda bulduğum... Sınırların dışında düşünmek belki. Ama ondan da öte, şimdilerde kaybettiğimiz naiflik. Masallarda sadece çocukluk düşlerimi dillendirmiyorum; aynı zamanda çocuk olduğum zamanlardaki ruh halini, o yılları da anlatıyorum.
Biz, gerçekten masallara inanan çocuklardık. Çünkü güzel şeylerin olabileceğişne inanan bir ortamda yetiştik. Bugün beni hâlâ ayakta tutan o zamanki ruh halim... Saflıkla, dürüstlükle devam ettiğinde mutlaka mucizelerle karşılaşıyorsun. Benim zor bir hayatım oldu ama hiç mucizesiz kalmadım. Hiç sevgisiz kalmadım. Hiç heyecansız kalmadım. Hiç masalsız kalmadım.
Eğer masal duygusunu yitirirsen, sürekli gerçekliğe tosluyorsun ve çoğu zaman gerçekliğin içinde sürükleniyorsun. Sevgilerimiz, arzularımız, duygularımız tüketim makinesinin içine akıp başka şekillere bürünüyor ve bize yabancılaşıyor. Kendi hikâyeni yaşarken, onun yaratıcısı olduğunu hissetmek, başka hikâyelerle, masallarla yeniden düşünmek çok güzel…
O zaman bulunduğun ana, yaşadıklarına, sıkıntılara daha büyülü anlamlar katıyorsun. Bütün zorluklarıyla da olsa, yaşadığım hayat içinde masal yazmak bana çok büyük mutluluk veriyor. Kendimi hissediyorum. Çocukluğumu, hayallerimi... Güçleniyorum.
Su Damlası'nın ilk masalının kahramanları henüz okul çağına gelmemiş olan Damla ile ona masallar anlatan ablası Su. Bildiğim kadarıyla gerçekte karşılığı olan bir çıkış noktası bu masalsı resim...
Evet... Sen iyi biliyorsun bu gerçeği...Benim masallarım böyle! Hep gerçek hayatın içinden çıkarıyorum onları. Tabii kurgusal oluyor, başka hayallerle süsleniyor ama yaşanan duygular gerçek. Kardeşim Seyda'yla yaşadık bu hikâyeyi. Ona çocukluğunda hep masal anlatırdım. O kadar alıştırdım ki ben masal anlatmadan uyumazdı. Tabii masallar tükenince uydurmaya başladım.
En sonunda da bir gece ona peri olduğumu söyledim. Bana inandı! Çünkü biz birbirimize ne dersek hep inandık. Hâlâ da öyle. Peri olduğuma inandı yavrum. Peri babam, peri annem olduğuna, hergece, herkes yattıktan sonra, onların yanına gittiğime, sonra yardıma ihtiyacı olan birine doğru kanatlandığıma inandı. Aslında buna ben de inanıyordum galiba. Her gece ona, bir gece önce kimin yanına yardıma gittiysem onun hikâyesini anlatırdım.
Başladığımızda ben altı civarındaydım, o da dört filan. İki, üç sene sürdü bufilm. Sonra annem fark etti kardeşimi nasıl kandırdığımı. Çok kızdı... çok! Seyda da öğrenince bir zaman içine kapandı; benimle küstü! Neyse birkaç hafta sonra karşıma dikildi ve bana bir şey açıklayacağını söyledi.
Nasıl sevindim! Ne dedi, biliyormusun! "Ben bir periyim..." dedi! Yavrum, başka bir yalan bulamamış, tereciye tere satıyor. Ben uzun zaman onunla çok dalga geçtim. Seyda hâlâ değişmedi. Hâlâ hiç bir şeyi uyduramaz. Yalan söyleyemez. En küçük bir şeyi gizlemek zorunda kaldığında kulaklarına kadar kızarır.
Bu olayı hatırlayıp hatırlayıp çok güldük. Ama yıllar sonra, ben o korkunç suçlama nedeniyle cezaevindeyken ona birmektup yazdım. Diyorum ki, "Sen gerçekten periymişsin kardeşim. Tanıdığım en gerçek peri!" Benim için avukat oldu Seyda. İşini bırakıp ikinci üniversitesini okudu ve avukatım oldu. Sadece avukatım mı! Ne zaman başım sıkışsa çağırdığım renkli kuşum...
Masallarında klişeleri kırdığını farkediyorum. Gece Saçlı Peri, şişman, esmer,küçük bir kız olarak çıkıyor karşımıza. Sokaktaki hayatın sahiciliğine, dışlanmışlığa, önyargılara, yoksulluk, hastalık ve savaşlara göndermeler var. Bir de çok temel değerler son masal kitabın Siyah Pelerinli Kız da dahil olmak üzere özel olarak vurgulanıyor. Sır paylaşımı, dayanışma, mücadele, özveri, güven, umut, özgürlüğe saygı duyan bir aşk ilk aklıma gelenler. Bu anlamda senin için hayatta esas olan değerleri tıpkı bilim alanında yaptığın gibi masalın dünyasında da özellikle saptayıp, yeniden ürettiğini söyleyebilirmiyiz?
Hayır... Hiç de öyle olmuyor. Yani bir masalın içine 'şu mesajı vereyim' diye girmiyorum. Masallarım içimden birden bire çıkıyor. Tabii içimdeki çocuk düşüncelerimden, duygularımdan besleniyor ama kendisi belirliyor neyi ne kadar alacağını. Sonra başılıyor masabaşı çalışma. İşte o zaman, masalımı önüme alıp düşünmeye, her şeyi ince ince sorgulamaya, aradaki bağlantıları titizce kurmaya başlıyorum.
Ama hâlâ düşlerimin içinde, gerçekliğin kalıplarının dışındayım. Karşıma dikilen masal kahramanlarıyla konuşmaya başlıyorum. Gerçek hayatta kim olduklarını çıkarmaya... Düşsel bir formata girmişler tabii. Hani tanıdığın insanları rüyanda garip biçimlerde görürsün ya bazen, öyle işte.
Ama bu rüyaları kimin gördüğü önemli sanırım. Yani varlıklarda ne bulduğu,onlara nasıl, nereden baktığı... Varlıklararası eşitlik, adalet ve özgürlük arzusu bütün ruhunu sarıyorsa, her şey bundan etkileniyor. Masallar nasıl etkilenmesin! En sahici, en naif duygularım orda çünkü...
"Kim umutsuzluğa düşse yanına koşuyorum. Onlara umut aşılıyorum. Çünkü umutsuzluğu yaşadım. Ve umudu kazandım..." Böyle diyor masallarından birinde Yaşlı Karga. Kendi hayatının da haksızlıklarla çok sınandığı malûm. Doğa ve hayvanlara yaptığın müthiş atıflarla, emekle ve aşkla ürettiğin hayatın, sanırım yazdığın masallarından çok da uzak değil. Hayatlarımızı biz mi yazarız, onları masal kılmak mümkün mü herşeye rağmen?
Çocukken çok söylerdim... 'Bir masal gibi yaşayacağım' derdim. İnandığım,etkilendiğim hikâyeler gibi bir hayat istedim,çok mu? Evet, ben yaratacağımız en kıymetli sanat eserinin hayatımız olduğunu düşünürüm. İktidar ilişkileriyle bu kadar kuşatılmış olmamıza, iradesiz kılınmamıza, yoksulluğun dibine gömülmemize rağmen, hayatımızın öznesi olmamız mümkün. Çok zor tabii...
Don Kişot gibi kalabilirsin ortada ama ahengi bozan şeylerden vazgeçmeyi, hayallerinin peşinden gitmeyi sürdürünce inanılmaz mucizelerle karşılaşıyorsun. Sıradanlığı, yüzeyselliği hayatına sokmaman lazım ama. 'Her şeye rağmen, hayatımdan ben sorumluyum. Bu koşullarda düşlerimi yeşertebilirim. Gerçekten istersem, gerçekten gönül verirsem,saçtığım ışık başkalarıyla buluıur vehayat masal olur' deyince oluyor bir şeyler. Önemli olan sürüklenmemek,tüketmemek, ne istediğini, neye inandığını unutmamak... Ama en çok saflıktan ve dürüstlükten vazgeçmemek.
Masallarının bir diğer önemli vurgusu da nefretin zayıflaştırıcı, sevginin şifalandırıcı gücüne dair. İnsan eliyle aldığı yaraları sırtında iki bıçak şeklinde taşıyan ve acısından insan soyuna derin bir nefret geliştiren genç kadın, Kara Peçeli Cadı adıyla efsaneleştirilen Siyah Pelerinli Kız aslında. Onun hakikatini paylaşırken öyle konuşturmuşsun Orman Perisi'ni: "Bu yaralar ancak insan eliyle kapanabilir... Çünkü senin derdin insanlarla... Sırtında iki tane gibi görünen onlarca bıçak sapı var... Nefret dolusun sen... Kaybettiğin gücünü bu nefret sayesinde kazanacaksın. Ama bu gerçek bir güç mü? Hayır. Aslında hiç de güçlü olmayacaksın. Nefret zayıflıktan doğar ve insanı daha çok zayıflatır. Başkalarına zarar verebilirsin ama kendi yaranı temizleyemezsin…” Nefret ve sevgiye dair kendi kişisel deneyimin nasıl?
Nefret duygusunu tanımadım. Çok öfkelenirim, çok kızarım bazen... Bazı insanlara gıcık olurum. Eskiden daha fazlaydı. Böyle olunca, kardeşim hemen hatırlatır: "Hani derviş gibi olacaktık!" Biz dervişleri çok severiz. Mevlana'nın deyişiyle "bir çöpü bile başında taşıyan engine deniz" olmak isteriz hep...
Ama çok zor bu güce erişmek. Hayatı çok anladıktan, kendi varlık durumunun hayat içindeki yerini iyice hissettikten sonar olur herhalde. Diderot'yu da unutmayalım. Yanlış hatırlamıyorsam şöyle söylüyordu: "Kötülere karşı değil, kötülüğe karıı mücadele ediyorum." O zaman Rakel Dink'in dediği gibi, "bir bebekten katil yaratan zihniyete" yöneliyorsun.
Sanırım bu duruş insanı ayakta tutuyor. Bir kasırgada ağaçlar kırılır ama otlar eğilip tekrar eski hallerini alırlar ya, öyle belki. Nefret, cadılaşan Siyah Pelerinli Kız'a sadece kötülük yapma gücü veriyor ama hayatı büyütemiyor, yeniyi yeşertemiyor, bebeğine süt bile veremiyor...
Yıkım gücü ile yaratma gücü ayrı şeyler. Hele hayatı yaratmak için bambaşka bir güç gerekiyor. Ben bu gücü sevgide buldum. Şanslı bir insanım. Çocukluğumdan beri sıkıntılı ama sevgi dolu birhayatım oldu. Cezaevi kapılarında büyüdüm. Çok korkunç acılara tanık oldum, çok acı çektim. Ama kendimi mutsuz hissettiğimi hatırlamıyorum hiç.
Sevmek ve sevilmek insana böyle hakiki, böyle tuhaf bir güç veriyor. Ben yaşadığımız tüketim, bencillik ve şiddet çağında ençok sevginin katledildiğini hissediyorum. Bu yüzden, sadece ekonomik, sosyal, siyasal değil, bir duygu devrimine ihtiyacımız var.
Masallardaki çocuklar ailenin edilgen üyeleri değil, çoğu yetişkinin içinden çıkamadığı sorunları çozen yürekli bireyler. Çok mu inanıyorsun çocuklara ve kendi içindeki çocuğa?
İnanmasam nasıl ayakta durabilirim? Sen kendi çocukluğunu hatırla. Her şeyi anladığımızı düşünüyorduk, değil mi? O kadar zavallı, edilgen değildik. Şimdiki çocuklar da hiç öyle değiller. Pis bir çağda yaşıyoruz tabii. Hayat öyle bir örgütleniyor ki çocuklar da, yetişkinlerde umutsuz bir edilgenlik, öğrenilmiş çaresizlik içinde boyun eğiyorlarlar her şeye.
Ama bir yandan bu gerçekliği aşmaya çalışan insanlar çok. Ben çocukların iyi, yetişkinlerin kötü olduğuna büyüdükçe kirlendiğimize inanmıyorum. Çocukken farkında değilsin ama farkında olmak insanı kirletmiyor bence.
Bazı şeyleri kaybediyoruz, doğru. Ama bazı şeyleri de kazanıyoruz. Gençliğin de, olgunluk çağının da bambaşka güzellikleri var. İçimde bir çocuk var ama aynı zamanda Emma Goldman'ın deyimiyle,'birçokhayat yaşamış' bir kadın. İkisini de seviyorum ve inanıyorum.
Sana dayatılan koşulları kendi tercihine dönüştürme konusunda, iktidar erklerini deli edecek muhalif bir inadın, çok özel bir gücün var. Yazar bursuyla HeinrichBöll ve PEN'in evlerinde çalışmaya kapandığın zamanı da böyle yaşadın. Mesafelenerek baktığın Türkiye'yi nasıl görüyorsun oralarda?
Ben son süreçte barış adına çok umutlanmamıştım aslında. Önemli adımlar atılmıştı, Türkiye'de daha önce hiç tartışılmayan şeyler dile getirilmeye başlamıştı. Ama tabloya bütünlüklü baktığımda kaygılıydım. Öncelikle toplumsal belleğe ilişkin hiçbir çalışma yapılmamışken, milliyetçiliğe, militarizme, 12 Eylül anayasasına yönelik ciddi bir tartışma başlatılmamışken, barışa yönelik ciddi bir proje ortada yokken, söylenen sözler karın doyurmuyordu.
Tabii bu sözleri kimin söylediği, sizin bunun hangi konjonktür içinde dile getirildiğini bilmeniz de önemli. Ama beni en çok kaygılandıran bu sürecin en önemli aktörlerinden birinin AKP olmasıydı.
Solun en zayıf, en parçalanmış olduğu bu süreçte, Susurluk olayındaki gibi devlet üzerinde baskı oluıturacak toplumsal bir iradenin ortaya çıkmamasıydı.
Sendikalar, meslek örgütleri, sivil toplum örgütleri de bu sürecin dışında kaldılar. Bazı feminist eylemler dışında kadın hareketi de bir baskı gücü oluşturmadı. Yani barış, Türkiye'de toplumsal olarak pek sahiplenilmedi. Hrant'tan sonra yaptığımız gibi meydanları doldurmadık mesela...
Dört ay kaldığım Heinrich Böll evinin duvarında yazıyordu: "Barış İçin Ayağa Kalk!" Böll'ün bu sözü ne kadar basit ama ne kadar güzel, değil mi? Oturduğun yerden barış olmaz. Evet, bunu hepimiz biliyoruz. Bilmek yetmiyor. Kendini tek tartışmasız gerçek olarak ilan eden militarizme karşı, aktif, ayakta bir mücadele yürütmüyoruz. Yoruluyoruz, bedel de ödüyoruz ama dilekçeler, açıklamalar, küçük yürüyüşlerin ötesinde görünen ne var?
Bu soruyu kendime de soruyorum. Herzamanki gibi direnişler var. Yetmiyor ama. Öğrenilmiş çaresizlik psikolojisi, politikamızı da etkiliyor. Var olan duruma alışmak, değişebileceğine inanmamak, irademizi kilitlemek. Gramsci'nin sözünü hatırlıyorum sık sık: "Aklımın karamsarlığı, irademin iyimserliği…“
Ama ben, her şeye rağmen, Türkiye'de bu iyimser iradenin hiç yok olmadığını düşünüyorum. Bunca darbeye, katliama, baskılara rağmen direniı bir şekilde sürüyor.Tam 'her şey bitti' dediğin anda bir mucize oluyor ve kazan yine kaynamaya başlıyor. Masal ülkesi gibi...
Şıimdi bu masalı güzel sonla bitirmek için, el ele vermemiz lazım. Her zamankinden daha çok, daha samimi, daha aktif... Diğerini beklemeden, o bize göre doğru yapmıyorsa arkamızı çevirmeden, avucunu bırakmadan, didişmeye, konuşmaya devam ederek... İrademizin iyimserliği masaldaki cadının sırtından hançerleri çıkarsa...
Sen sadece bir yerlere kapanıp çalışmakla yetinebilecek insan değilsin. Hayat hep geri çağırır seni. Yurtdışı deneyiminde başta feminist çevreler olmak üzere pek çok ülkeden değişik kesimle biraraya geldin. Türkiye'deki activist faaliyetlerinle kıyasladığında ortak yönlerve farklılıklar adına neler gözlemledin ziyaret ettiğin ülkelerde, birlikte çalıştığın değişik topluluklarda?
Bu çok kapsamlı bir soru... Her birine dair çok fazla şey söylemek isterim. Avrupa'daki muhalefetin durumu, feminist hareketin farklılıkları, savaş karşıtı hareket... Hepsine dair ayrı ayrı konuşmak yerine şöyle söyleyeyim: Buradaki mücadelenin de kendine göre avantajları ve dezavantajları, kazanımları ve kaybettikleri var. O anlamda kaba bir karşılaştırma yapmak pek faydalı değil.
Senin de dediğin gibi, buraya geldiğimde biraz yoğunlaşayım istiyordum ama maalesef hiç yerimde durmuyorum. Bu sayede çeşitli ülkelerdeki, özellikle Almanya, Fransa, Avusturya, İsviçre ve Belçika'daki siyasal atmosferi izleme imkânım oldu. Mücadelelerle ciddi kazanımlar elde edilmiş, bu yüzden burada örgütlenmek çok kolay ve ucuz. Yapmak istediğin ne varsa, çok kolay para buluyorsun.
Devlet pek çok faaliyeti desteklemek zorunda. Bu, sosyal devlet talebimizin karşılığı bir yandan ama diğer yandan örgütleri, devletin bir parçası gibi çalışmakla da sınırlandırıyor, profesyonelleştiriyor,sokaktan koparıyor. Özellikle feminist harekette gördüğüm bu.
Sistem karşıtı rüzgâr, otonom gruplarda sürüyor. Bunlar da hiç azımsanacak güçte değiller. Birbirinden çok farklı çalışmalar iç içe yürüyor. Anti faşist hareket,ekolojist hareket, savaş karşıtı hareket,otonomfeminist hareket, eşcinsel hareket... Bunlar çoğu zaman iç içe geçiyorlar.
Almanya'da değil ama diğer ülkelerde öğrenciler de çok hareketli. Viyana'da ve Zurich'te üniversiteler kaç gün işgal edildi. Ben oradayken tanık oldum işgal hazırlıklarına. Ruhlarını, dayanışmalarını sevdim. Ayrıca bu tür ülkelerde iç gündemden çok dış gündemi öğreniyorsunuz.
Son zamanlarda oldukça garip rastlantılarla dünyanın dört bir tarafındaki acılarla, direnişlerle, sıkıntılarla ve güzelliklerle buluştum. Burada Sri Lanka, Çin, Kon-go, Filistin, Filipinler, Meksika, Irak, Lübnan'dan çeşitli insanlarla beraberim... Hikâyelerimiz bazen çok birbirine benziyor.
Çünkü sadece Türkiye değil, dünya savaşta! Dünya savaıındayız. Bir öncekinden farklı yöntem ve mekanizmalarla işleyen ama yıkım gücü hiç de aşağı olmayan korkunç bir savaşın dumanında, nefessiz kalmış insanlık!
Mesela geride bıraktığımız yıl, Sri Lanka'da olan korkunç katliamla uzun zaman kimse ilgilenmedi, biliyorsunuz. Daha çok yeni ama sanki bir hikâyeymiş gibi yazdı gazeteler. Terörle mücadele adına, bir günde binlerce, bir haftada onbinlerce sivil öldü.
Hem de gerilla güçleriyle devlet tam barış masasına oturmuşken... Herkes rahatlamış, gerilla güçleri dağdan inmeyi beklerken... Sonra Tamiller kalakaldılar kan içinde. Dış dünyadan sadece "endişeliyiz" açıklamaları geldi. Zaten Sri Lanka devleti bu katliamı kabul etmedi, Tamil Kaplanları'na yükledi.
İşte ben, umutsuzluğa karşı mücadele eden birkaç Sri Lankalı Don Kişot'la tanıştım. Ülkelerine dönemeyen bu muhalif gazetecilerin, katliama karşı insanları duyarlı kılmak için, bundan sonraki kıyımları durdurmak için nasıl hummalı bir çalışma yaptıklarına tanık oldum.
Sri Lanka meselesiyle pek az insan ilgileniyor buralarda. Kürt sorunu, Ermeni sorunu, İran, Çin ya da Latin Amerika meseleleri daha çok ilgi topluyor ama Sri Lanka için kimse elini kıpırdatmıyor.
Sonra bir mucize oldu. Askerlik yapan bir çocuk, arkadaşlarına hava atmak için katliamı cep telefonuna kaydetmiş, sonra hava attığı arkadaşlarından biri bunu de-mokrasi güçlerine sızdırmış... İşte buradaki arkadaşlarımda... izledim, vahşetti. Devlet önce, "Yalan" dedi. Ama BM yetkilisi açıklama yaptı. "Yapılan incelemeler sonucu görüntüler üzerinde hiç oynanmamış!"
Bu arkadaşlarım, dişlerini tırnaklarına takarak bir uluslararası mahkeme örgütlüyorlar şimdi. Hatırlar mısınız, Sri Lanka devlet başkanı üç beş ay önce Türkiye cum-hurbaşkanıyla görüştüğünde,gazeteler nekonuştuklarına dair çeşitli spekülasyonlar yapmışlardı.
Son olarak 2009 PEN Duygu Asena Ödülü'nü de alan ve üçüncü baskısını yapan sosyolojik araıtırma kitabın Sürüne Sürüne Erkek Olmak, ülkemizdeki iktidar mekanizmalarının oluşum süreçlerini anlamaya yönelik önemli ipuçları da içeriyor.Toplumsal cinsiyet olarak erkekliğin ve patriarkanın kurulmasında askerlik sürecini birebir tanıklıklar üzerinden mecek altına aldığında seni en çok hangi ayrıntılar şaşırttı?
Yapılan görüımelerden, çok basit ama yakıcı bir cevap çıkardım: Erkekler güçlü oldukları için şiddet uygulamıyorlar. Tersi-ne, en büyük ve önü alınamaz şiddet, yetersizlik duygusundan kusuluyor. Parçalanan bedenin, parçalanan ruhun kendini koruma hamlesi olarak. Sürekli şiddetle kamçılanan bir varlığın arka arkaya yediği şamarlarla oluşan hınç ve yetersizlik duygusu, önü alınamaz bir şiddete neden oluyor.
Korkunun, güvensizliğin ve kendine saygısızlığın yarattığı şiddeti durdurmak da çok zor. Ve kamusal iktidar, çok açık ki yarattığı bu iktidarsız sosyal iktidara dayanarak kendini meşrulaıtırıyor. Devlet geleneği dediğimiz şey, korkunun, aşağılık duygusundan gelen şişinmenin, bükülmez kırılganlığın geleneği değil mi?
Her şeye rağmen ve çok şeye inat umut ürettiğimiz şu Yeni Yıl günlerinde neler paylaşımak istersin yüksek sesle?
Böyle yaşamaya devam edemeyiz. Mutlu olmak için, özgürlüğe, adalete alan açmalıyız. Gücümüz neye yetiyorsa, onu yaparak... Kimimiz yol açarız, kimimiz maskeleri düşürürüz, kimimiz de başka şeyler...
Umutlu ya da umutsuz olmak bir şey değiştirmiyor. Emek harcayınca, güzellikler de büyüyor. İnsanlar değişiyor, çok heyecan verici özgürlük deneyimleri yaşanıyor. Sadece bunun için bile uğraşmaya değer.
Mesele dergisi/ Ocak 2010 sayısı
|
|