Kitapların ilk adımı zihin, yürek ve ruhta çakılan bir şimşekle atılır. Bir kitabı yazmayı zorunlu kılan o heyecanlı ve huzursuz edici heves çoğunlukla tek bir imge, söz ya da sese dayanır. Sosyolog Pınar Selek’in Sürüne Sürüne Erkek Olmak kitabı da 19 Ocak 2007 sonrasında “Akıllı ol” tehdidiyle ekranlarda beliren Yasin Hayal’in şahsında türlü gerili suretlerin bir ürünü. “Onların nasıl katil olduklarından çok, nasıl ‘Akıllı ol...’ diye bağırdıklarını, nasıl erkek olduklarını, niye kasıldıklarını, ne diye gerindiklerini daha yakından görmek için araştırmaya başladım” diyor Pınar Selek bu ilk an için. Ataerkil düzen içinde erkekliğin kuruluş sürecinde askerlik hizmetinin etkilerine yoğunlaşan bu çalışma, özellikle erkeklik miti ile şiddet ve iktidar ilişkileri arasında sıkışan erkek kimliğini feminist bir bakış açısıyla anlamaya ve anlatmaya çalışıyor.
Bugünlerde İletişim Yayınları’ndan ikinci baskısını yapan Sürüne Sürüne Erkek Olmak, Pınar Selek’in sosyal bilimleri hayatın tam içinden, atar damarından birebir deneyimlere dayalı olarak uygulama anlayışının ürünü. Selek daha önce de Ülker Sokak sakini olarak toplum tarafından dışlanan kesimleri birebir tanıklıkla Maskeler Süvariler Gacılar –Ülker Sokak: Bir Dışlanma Mekânı başlığı altında araştırmış, Türkiye’de barış kültürüne katkısı olmuş kişi ve örgütleri de yine yakın tarihin tüm toplumsal ve siyasi deneyimlerini ele alarak Barışamadık adı altında kitaplaştırmıştı. İkinci baskı okur için ikinci şanstır. Kitaplara daha rahat yoğunlaşılan yaz aylarında erkek kimliğinin inşasına ve iktidar kavramına yaşamın içinden bakmaya var mısınız?
Askerlik deneyimlerine erkek kimliğinin oluşumu ve iktidar ilişkilerinin üretilmesindeki rolü açısından yoğunlaşan çalışmada sözlü tarih yöntemi benimsenerek farklı sınıfsal, kültürel, ideolojik geçmişe sahip değişik yaş ve meslekten 58 erkekle görüşmeler yapılmış. Selek’in kadın gözüyle başbaşa kaldığı metinlere ilişkin ilk izlenimleri çok çarpıcı: “Metinleri okurken, ilk başlarda aynı hikâyeleri okuyormuşum hissini yaşıyor, kimin deneyimini okuduğumu şaşırıyordum. Sonra aynı metne yeniden baktığımda, her erkeğin kendi macerasını, tıpkı kadınlar gibi, yapayalnız ve kendine göre yaşadığını gördüm. Aynı ‘tezgâhtan’ geçen, aynı söylem içinden konuşarak neredeyse aynı sonuçlara varan erkeklerin hayat hikâyeleri, buna rağmen benzersizdi. Bu benzersizlik, tekil bir ataerkillik durumunun olmadığını, sürekli devinen siyasal süreçlerin ve iktidar ilişkilerinin yarattığı özgün toplumsal cinsiyet hiyerarşilerinin mevcudiyetini bir kez daha gösteriyordu.”
Askerlik sürecinin ‘adam etme’ işlevine, söylemlere yansıdığı çerçeveden bakan çalışma, görüşülen kişilerin abartılarını ve çelişkilerini de bir veri olarak kabul ediyor ya da Pınar Selek’in deyişiyle: “Deneyimlerin, toplumsal beklentiler ve normlarla kişisel kaygılar arasında bir yerde durduğunu, çeşitli çarpıtmalarla da karşılaşacağımızı öngörüyorduk. Yalanın da bir iletişim biçimi olduğunu kabul ettiğimiz için, aslında ne yaşandığını değil, bir deneyimin nasıl bir söyleme dönüştüğünü, hatta erkeklerin neyi nasıl abarttığını, gizlediğini, hayal ettiğini ya da olduğundan farklı sunduğunu merak ettik. Amacımız sadece olayları, yapıları ve davranışları betimlemek değil, bunları yaparken hangi deneyimlerin ne biçimde yaşandığına, nasıl hatırlanıp nasıl ifade edildiğine bakabilmekti.”
Selek, erkeklerin kendi deneyimlerini doğrudan bir kadına anlatmalarının zorluğunu da kaale alarak bu aşamada Hüseyin Deniz ve İrfan Uçar’dan destek almış. Ama işin en çarpıcı yanı, erkek görüşmeciyle de olsa otosansürün devreye girmesi. Bir yanıyla davullarla zurnalarla uğurlanılan ve övünçle paylaşılan bir deneyim gibi dursa da, sıra bu kayıtlı görüşmelere geldiğinde türlü kaygıların devreye girdiği ve görüşülen kişilerin isimlerinin açıkça yayımlanmasından çekindikleri ortaya çıkıyor. Selek bu noktada haklı olarak şu önemli tespitte bulunuyor: “Bu kaygılar nedeniyle, deneyimlerini paylaştığımız erkeklerin isimlerini değiştirdik. Böyle bir kaygının varlığı bile, tek başına, araştırmanın sorduğu sorulara bir yanıt değil mi? Deneyimlerin açıkça paylaşılamaması, bunlrın nasıl bir psikloljiyle taşındığını açık ediyor. ‘Askerlik’ toplumsal ilişkilerde çokça konuşulduğu için ‘tabu’ sayılan bir konu değil ama korkulan bir konu... Korku bir yana, acıların, mağduriyet deneyimlerinin, zayıflık hallerinin sınırsız paylaşımı kadınsılığı çağrıştırıyor. Genellikle erkekler, ‘erkeklik’ mitinin ağırlığı altında sessizleşiyorlar; kendi hayatlarının önemli bir kesimini kolay anlatamıyorlar; özellikle duygularından açıkça bahsedemiyorlar; kendi özellerine dair kadınlar kadar rahat konuşmuyorlar. Yapılan görüşmelerdeki paylaşımların kapsamı ve derinliği, birçok gerilimi açık ediyor ve bunlar toplumla paylaşılmak istenmiyor. Bu travma, fıkra gibi sürekli anlatılarak atlatılmaya çalışılıyor ama söz konusu süreçle yüzleşmek, hem de toplumun önünde yüzleşmek çok zor oluyor.”
Tam da bu noktada kitaba adını da veren bu yüzleşilmesi zor hallere biraz daha yakından bakmakta yarar var. Askerlik hizmeti sırasında maruz kalınan dayak, küfür ve onur kırıcı muameleler kitabın en etkileyici bölümlerinden biri. Mecburen tekmil verilen ağaçlar, herkesin ortasında işitilen ve namus ile şeref söylemiyle şekillenen erkeğin benliğini istila eden küfürler hayatı zindana çevirebiliyor. Asıl acı olan, normal koşullarda tepki verilebileceği halde, otoriteye boyun eğmek zorunda oluşundan dolayı askerliğini yapan erkeklerin bu küfürlere ve eziyetlere tavırsız kalması. Bu anlamda en simgesel ceza uygulamalarından biri de ‘yerde sürünme’. Askerî şartlar altında gerekli bir savaş bilgisi olan sürünmek, ceza olarak dayatıldığında büyük bir aşağılanma hissi uyandırıyor. Pınar Selek bu bölümde alıntılanan tüm ceza anılarını hissettirdiği esas acıtıcı yan ve verdiği mesaj açısından ele almış: “Anlatımlarda, sürünmenin çeşitli halleri açığa çıkıyor. Bir yandan, gündelik hayatta kullanılan anlamıyla çekilen ‘eziyetleri’ özetliyor, bir yandan en uçtaki aşağılanma konumunu ifade ediyor, bir yandan da otoriteye itaat eden varlığı çağrıştırıyor. Sanki ‘adam olma’ Ya da ‘pişme’ süreci, kelimenin her anlamıyla ‘sürüne sürüne’ gerçekleşiyor.”
Koğuştaki erkek erkeğe toplumsal ilişkilerden, hiyerarşi ve iktidar mekanizmasının nasıl üretildiğine, cinsellik ve eşcinsellik deneyimlerine birbirinden çarpıcı duraklardan geçen kitap, eve dönüşle birlikte askerlik hizmetinde öğrenilen şiddet, itaat, sorumluluk, ihtiyat deneyimlerinin ‘sivil hayat’taki yansımalarının izini sürüyor. Sözü bir kez daha Pınar Selek’e bırakalım: “Sürüne sürüne öğrenilen erkeklik, iktidar vaadiyle iktidarsızlığın bir arada deneyimlendiği bir süreç oluyor... Ağlamaması, dişlerini sıkması gerektiğini çocukluğunda öğretmişlerdir ona. Sünnetinde bile gizlemiştir gözyaşlarını. Babası döverken, öğretmeninden şamar yerken, sokakta kavga ederken gözyaşlarını gemlemiş, aksi halde yerin dibine girmiştir. Askerlikte de, akan gözyaşlarına rağmen, ağlamayı unutmaya zorlanır. İnsan ağlamayı unutursa ne olur? Ağlatır.”
Erkeklere dayatılan kahramanlık ve akıl kalıpları ile günlük hayatın erkeği de yeri geldiğinde unufak eden ağır deneyimlerinin çelişkisini ortaya koyan Pınar Selek, derinlemesine araştırarak ortaya çıkardığı mahrem bulguların çağrıştırdığı umutsuzluğa ise asla teslim olmuyor. Bireyin kendi hayatını tahmin ötesinde kurgulayabilme, kendi hayat seçeneklerine muktedir olma gerçeğinden yola çıkan Selek, bu hesaplaşmayı iktidar mekanizmaları ile mücadelenin etmenin biricik yolu olarak görüyor. Doğrudan kendileri de iktidarda temsiliyete ve düzenin sürekliliğine zorlanan erkeklerin belki ilk bakışta ortak bir aydınlanma ve ödeşme süreci yaşamalarını beklemek kolay değil. Ama kendisi bizzat bu mücadelelerin en esaslılarını vermiş ve vermekte olan Pınar Selek, zor olanı düşlemekten asla vazgeçmediği gibi yüzünü de hep yaptığı gibi aydınlığa, ışığa dönüyor. Tüm karanlıklarla boğuşulduktan sonra varılmış, hakkı verilmiş bir aydınlık onunkisi. Ve hepimize o kadar iyi geliyor ki...