“Sosyolog elbette birçok hayatın içine girip çıkacak, hiç hissetmediği duyguları ve deneyleri taşıyan insanları anlamaya çalışacak, ve belki bazı kereler o yaşamların içine girecek: Bourdieu Flaubert’in bir cümlesinden yola çıkarak ‘birçok hayatın içine girmek istiyorum’ demektedir, yani her hayatın içinden o hayatı yaşayanlarla söyleşmek, konuşmak ve öznellikler arasında bir ilişki kurmak…”
Ali Akay’ın 1995 yılında yayınladığı İstanbul’da Rock Hayatı adlı kitabından yaptığı bir alıntıyla başlıyor Pınar Selek Maskeler Süvariler Gacılar kitabına. Bu başlangıç çok anlamlı çünkü Pınar Selek’in sosyolojisinin ve hayat serüveninin bir özeti gibi. İlk baskısı 2001 yılında çıkan bu kitap travesti ve transseksüellerin 1996 Beyoğlu’nun Ülker sokağından atılma operasyonunu anlatıyor. İkinci baskısına yazdığı önsözde de anlatmaya çalıştığı gibi Pınar, ancak aklanıp paklandıktan sonra bize sunulan ‘olayların’, yaşayanlar tarafından tanınmaz hale getirildikten sonra konuşulabilir olan ve bugün artık kentsel dönüşüm gibi bir adlandırmayla parlak geleceklere işaret eden temizlik harekatlarının arka planını ve yaşanma sürecini gözler önüne sermeye çalışıyor. Bu çabaları, sosyolojinin C. W. Mills’in tabiriyle alt-üst ediciliğinin bir yerlerde saldığı tedirginlik sonucunda kendi hayatına bulaşmasına da yol açtı. Başkalarının hayatını anlamakla kendi hayatını anlamak arasındaki bağı Pınar bu şekilde öğrendi, şimdi de göstere göstere bize öğretiyor. Bazı hayatların yaşanmasının ancak başka hayatların yaşanabilemez hayatlar haline getirilmesiyle mümkün olduğunu, Judith Butler gibi düşünürlerin ‘kurucu dışarısı’ dediği çöp hayatlar haline sokulması anlamına geldiğini, sosyal düşüncenin soyutta anlaşılmaz gelen bu kavramlarının aslında tüm yaşamı kuşatan somut süreçlerin tarifi olduğunu ancak böyle görebiliyoruz her nedense...
Maskeler Süvariler Gacılar Ülker sokağın böyle bir çöplük olduğunu anlatıyor. Kitap, “1996 baharında Ülker Sokakta bir çatışma yaşandı” diyerek söze giriyor. Olay sosyolojisi yapılacağına işaret eden bu giriş, bu yaklaşımın gerektirdiği gibi önce arka planı tanımlıyor: Türkiye’de ataerkillik, eşcinsellik altkültürü, ataerkil iktidar yapısı ve Osmanlı’dan bu yana travesti ve transseksüelliğin dışlanmışlığı. Bu başlangıçtan sonra çöplüğün tarihiyle karşılaşiyoruz: eşcinsellerin ‘Vırvır’ dediği ve Bizans döneminde gerçekten de çöplük olan Tarlabaşı’ndan, 1980 darbesiyle Cihangir’e ve Abanoz sokağa, buradan yeni bir operasyonla Pürtelaş sokağına ve oradan da Ülker sokağa pürtelaş ‘taşınmaları’ çöplüğün hep yokedilesi bir şey olması gerektiğini, ama yok edildikçe de yeniden yaratılmak zorunda olduğunu anlatan bir tarih. Ne de olsa ‘biz’in’ ‘onlara’ ‘biz’ olmak için ihtiyacı vardır.
‘Biz’in kovmayla yeniden yaratma arasındaki bu gidiş gelişlerinin kahramanlarını “birleşik temizleme cephesi” olarak adlandıran kitap, bu kahramanları tane tane sayıyor: medya, mahalle güzelleştirme derneği, baba rolünde kolluk güçleri, oğul rolünde ülkücüler ve belki de en yaygın, en görünmez ama en sinsi güç olan biber gazı rolünde ‘mahalle sakinleri.’ Son bölümde dışlananların, yani anti-kahramanların, travesti ve transseksüellerin gözünden yaşananları buluyoruz. Bütün bu kahramanlar kitapta kendi sözleriyle yer alıyorlar. Pınar, onlarca mülakat yaparak bu sözleri kitaba taşırken sözlü tarih metodlarını kullanıyor, tarihin, modernliğin, vitrine duyulan ihtiyacın görmediği, duymadığı bu sesleri duyulan, görünenlerle yanyana koyarak görüneni, duyulanı gerçek yaşanmışlığın bağlamına oturtuyor. Sözler bu sayede Bahktin’in diyaloji dediği karşılıklılık içinde anlam kazanıyor, hangi sözün nasıl, ve neye karşı söylenmiş olabileceğini görmemizi sağlıyor.
Sonuç bölümü antropologların katılımcı gözlem dedikleri metodun kitabın malzemesini toplamak için nasıl kullanıldığını anlatıyor. Zaten Ülker sokağını tasvir ettiği bölümler öyle canlı ve öyle bir yaşanmışlık aktarıyor ki okura, Pınar’ın gözlem yeteneğini de katılımcılığını da anlamamıza yetiyor da artıyor bile. Ama Pınar katılımcılığın dozunu epey yüksek tutmuş anlaşılan. Gerçekten de birçok hayatın içine girmiş, sonradan Esmeray’dan duyduğumuza göre farklı öznellikler arasında öyle ilişki kurmayı başarmış ki o ‘ötekiler’ onu karşılaştığı güçlükler karşısında yalnız bırakmamışlar.
Pınar, bundan onbeş yıl önce bugün sosyolojinin merkezine oturmuş bulunan mekan-öznellik-toplumsallık ilişkilerini, gündelik yaşamda korunaklı yerlerde duranlar için üretilen dilin dışına çıkma kaygısıyla ele alıyor. Bu dilin sınırlarını genişletmeye, başka dillerden gelen esintileri biraz olsun konuşulabilir yapmaya çabası bir çöpün tarihini, bir çöpleştirmenin tarihini yazabilmek için.
İşte Pınar böyle bir sosyolog...