PEN Türkiye Merkezi Yönetim Kurulu, 2009 PEN Duygu Asena Ödülü’nü Pınar Selek’e verdi. Üstelik ödül kadar anlamlı bir açıklamayla; “uğradığı büyük haksızlıklara rağmen kadın hakları, demokrasi ve barış için yılmadan çalıştığı ve yeni eseri ‘Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ ile uluslararası alanda da ilgi uyandırdığı için”. Selek için açıklamanın da ödülün de önemi büyük. O anlatıyor...
- 2009 PEN Duygu Asena ödülü sizin için ne anlam ifade ediyor?
Pınar Selek: Karmaşık duygular... PEN Türkiye Merkezi’nin mücadelemi onurlandırması çok önemli. Bir yandan da sanki ablamdan hediye almış gibiyim. Haberi aldığımda Berlin’deydim, bir konferansın yorgunluğunda. Kimseye doğum günüm olduğunu söylememiştim. Mahsundum biraz. Sanki beş yıl önce kaybettiğim annemle Duygu öbür dünyada buluşmuş, “Şu kızın yüzünü güldürelim” demişler...
- Duygu Asena ile ilk tanışmanız?
- Duygu, yıllar önce, ben cezaevinde iken, annemle, “teyzem” olarak görüşüme gelmişti. Konuşmaya başlar başlamaz yakınlaştık, kısa zamanda birbirimizi çok sevdik ve arkadaş olduk. Bambaşka deneyimler içinde benzer şeyler yaşadığımızı heyecanla hissettik. Gazeteden atıldığı günleri, sonra nasıl toparlandığını hiç unutmuyorum. Ben onun doğallığını, sevecenliğini, ateşini çok sevdim. Ama erken kaybettim! Annemin acısı daha dinmeden...
- Size nasıl bir etkisi olmuştu?
- Cesareti, yumuşaklığı, aldığı oklardan, taşlardan dolayı hiç istifini bozmaması beni etkilerdi. Kendini o kadar ciddiye alıyordu ki ona değen taşlar kırılıyordu sanki. O hayatıyla şu mesajı verdi: “Başına ne gelirse gelsin, direneceksin. Ayakta kalacaksın. Hayallerinden kopmayacaksın. Kendin gibi olacaksın. Önemli olan sürekliliktir.” Duygu’ya bakarak, ancak kendisine saygısı, başkalarına sevgisi olan insanların hayatta bir yol açabileceklerini bir kez daha anladım.
- Ödülü, erkek kimliğini askerlik üzerinden ele aldığınız “Sürüne Sürüne Erkek Olmak” kitabınızla aldınız. Niye erkekliği askerlik üzerinden incelemeyi, anlatmayı seçtiniz?
- Sünnetle de başlayabilirdim. Çarpıcı bir erkeklik ritüeli... Kadınlar, artık bir insan üretebilecek seviyeye geldiklerinde regl oluyor, ama bu utanç sayılıyor. Oğlan çocukları ise, pipilerinden küçücük bir parça kesilecek diye asker ya da padişah kıyafetine büründürülüyor... İkinci ritüelse askerlik. Türkiye’de erkeklerin nasıl “adam” edildiklerine, “adam olmak” için nasıl ezildiklerine, zorlu sınavlara sıkışarak içlerinde büyüttükleri korkudan nasıl bir şiddet çıkardıklarına, şiddet uygulamayı nasıl öğrendiklerine ve hangi mekanizmaların bu süreçte rol oynadığına baktım. Erkeklerin, toplumsal hayatlarından uzaklaşıp baş başa kaldıkları bu kapalı alan, tıpkı bir laboratuvar gibi. Erkekler, burada farklı bağlamlarda şekillenmiş hemcinslerinin deneyimlerini öğreniyor ve onlarla aynı kalıpta pişiyor. Bu yüzden askerlik deneyimlerine büyüteç tutmanın, toplamsal hayat hakkında önemli şeyler söyleyeceğini hissettim. Görüşmelerin büyük kısmı Hüseyin Deniz ve İrfan Uçar sayesinde erkek erkeğe oldu. Binlerce sayfalık arşi AMARGİ Kadın Kooperatifi’ne bağışladım.
- “Bir bebekten katil yapan zihniyeti sorgulama çağrısıyla başladı yolculuğum” diyorsunuz... Bu sorgulamada en çok ne şaşırttı sizi?
- Sadece katilleri değil, şiddet uygulaması meşru olan, ne bileyim çocuğunu döven, bağıran, taraftar ortamında vurdulu kırdılı konuşan adamların içyüzünü anlamaya çalıştım. Şiddetin nedeni güç mü? Sonunda basit ama yakıcı bir cevap çıkardım: Erkekler, güçlü oldukları için şiddet uygulamıyor. Tersine, en büyük şiddet yetersizlik duygusundan kusuluyor. Parçalanan bedenin, parçalanan ruhun kendini koruma hamlesi olarak... Korkunun, güvensizliğin ve kendine saygısızlığın yarattığı şiddeti durdurmak çok zor.
- Askerlik de, erkeklik kimliğinin “güçlü”, “savaşçı” yanını şişirirken, bir yandan da itaat etmeyi öğretiyor...
- Egosu sürekli şişirilen ve egemenlik mitleriyle özdeşleşen, bunlara yaklaştıkça alkışlanan erkekler, gerçek yaşama tosladıkça parçalanıyor. Yani sürüne sürüne öğrenilen erkeklik, iktidar vaadiyle iktidarsızlığın bir arada deneyimlendiği bir süreç oluyor. “Sürüne Sürüne Erkek Olmak” başlığı, erkeklerin tüm hayatlarını özetliyor. Aslında, alıştığımız için göremediğimiz fakat tüm hayatı belirleyen ciddi bir erkeklik kriziyle karşı karşıyayız. Vurdu mu kıracak, açılmayan kapağı açacak, höt dedi mi korkulacak, yanında birine laf atılırsa müdahale edecek ve saldıracak, her an koruyacak, evini geçindirecek... Her yerde sürekli bir erkeklik ispatı isteniyor ondan, erkeklik hep tehlikede çünkü... Şizofrenik bir varlık üretiliyor.
- Yine de erkekler, mevcut erkeklik kimliğinin yarattığı mağdurluğun farkında değil. Erkeklik üzerine araştırma yapıp, kafa yoranlar bile kadınlar. Neden?
- Kadınlar, konumlarını kabullendikleri için sorunlarını daha çok paylaşıyor. Erkek ise, bırakın başkasına anlatmayı, kendine bile itiraf edemiyor. Çünkü eğreti erkeklik, küçük sarsıntıda parçalanabilir. Acınası hal, ama erkek egemen konumda ve bundan vazgeçmediğinden sürünüyor.
- Peki, sürünmeden nasıl erkek olunur?
- Ağlayarak... Önce toplumun dayattığı kalıplardan kurtulmalıyız. Bunlar aşkı da, dostluğu da engelliyor. Kitabın sonunda “erkekler de ağlar...” diyorum. Diyorum ki, bu sürece sürüne sürüne geldiniz, sizden sürekli kendinizi ispat etmeniz istendi, bazen yapamadınız, dayak yediniz, gözyaşlarınızı içinize akıttınız. Boşuna hava atmayın, yaşadığınız gerçek bu ve ağlamaya başlayın. Ağlarsanız, o katılık eriyebilir, kendinizi bulursunuz.
Masallar gerçek olabilir
- Bir masal kitabınız var. Röportajlarda da sık sık masallardan konu açılıyor... Nasıl bir bağ var masallarla aranızda?
Bu hafta ikincisi çıkıyor: “Siyah Pelerinli Kız”... Masal hayatımda hep vardı. Samed Behrengi’nin kitapları hâlâ başucumdadır, “Bir Şeftali Bin Şeftali”, “Küçük Kara Balık”, “Püsküllü Deve”... Biz gerçekten güzel şeylerin olabileceğine inanan bir ortamda yetiştik. Okuduklarımızın gerçek olabileceğine inandık. Bugün beni hâlâ ayakta tutan o zamanki ruh halim... Şanslıyım. İyi insanlarla çevrili olduğum için, masallarıma tutunabildim.
- Çocukken “masal gibi, destan gibi bir aşk”ınız olacağını düşünürmüşsünüz... Şimdi?
- O zamanlar karşılaştığım erkeklere de masalsı anlamlar yüklüyor, sonra “Bu benim masalım değil” dediğim için, yarım kalıyordu hepsi. Şimdi mi? Mutluyum. Hiç yazılmamış bir masalın içindeyim çünkü...
- Onlarca aydının imzaladığı “Pınar Selek’e Tanığım” kampanyası sizin için ne ifade ediyor?
- Arkadaşlarım benim için bir site açmış, herkes kendi tanıklık hikâyesini anlatıyor, pinarselek.com adresine tıklıyorum ve yolumun kesiştiği yüzlerce insanın benimle ilgili yazdıklarını okuyorum. Hani ölsem de gam yemem denir ya... Öyle. Başına ne gelirse gelsin sevgi ortamında olunca dayanıyorsun. Bazen bir romanın içinde yaşadığımı hissediyorum ve hikâyemin yazarı beni hep şaşırtıyor. Bundan sonra neler olacağını bilmiyorum ama zorluklara rağmen beni sevgi dolu bir hayatın içine soktuğu için ona müteşekkirim.
Dışarıda hayat başka
- İyi bir baba-kız ilişkisinin olduğu, mevcut erkek-kadın öğretilerinden uzak bir çocukluk geçirmişsiniz... Hatta aile dışına çıktığınızda size sunulan role alışmakta zorlanmışsınız...
- Çok şanslı bir çocukluk yaşadım. Çok basit söyleyeyim; yemek yapmak ya da ev işi yapmak bizim evde kadın işi değildi, babamın varlığından dolayı. Kadın-erkek ilişkisindeki genel rolleri evde öğrenemedik. Bu anlamda kadınlık-erkeklik meselesini geç keşfettim. Biraz büyümeye başlayınca şunu gördüm: Dışarıda hayat başka. İstediğim gibi davranamıyorum, gece geç saatlerde erkekler gibi sokakta oynayamıyorum. Babamla birlikte balıkçılarla zaman geçirirdik. Babam yokken, onların arasına girmeye çalıştığımda, bakışların farklılaştığını gördüm.
- Neden sosyoloji eğitimi almayı seçtiniz?
- Politik bir ortamda yetiştim. Adalet ve özgürlük idealleriyle verilen zorlu mücadelelere tanık oldum. 12 Eylül sonrasını, duvarların yıkılmasını, o ara dönemi acı bir şekilde yaşadım. Tüm yıkımlara rağmen, adalet ve özgürlük hâlâ bir ihtiyaçtı. Ama kafamda binlerce soru vardı. Nasıl bir özgürlük, nasıl bir adalet? Cevap aramak için sosyolojiyi seçtim. En çok da evimize sık gelen, hatıralarını aklıma yazdığım Behice Boran’dan etkilendim. Bir de Sabiha Sertel vardı. Çocukluğumun güzel kahramanının sosyolog olması da çok önemliydi.
- Dışlananlar, ötekileştirilenler üzerine çalışmaya sizi ne yöneltti?
- Çünkü dışlananlar dışlayanların aynasıdır. Hep birlikte bu hayatı yaşıyoruz. Ama herkesin durduğu yerden hayat başka görünüyor. Adaletsizliklerle, ayrımcılıklarla ve şiddetle dolu bu dünyayı anlamak için sadece kabul edilenlere değil, çöpe atılanlara da bakmalısınız.