Nasılsın iyi misin?
Mektubunda iyi olduğunu yazmışsın.
Pencerenden baktığında gördüklerini, uzaklarda olsa da hiç birimizi unutmadığını, yine bir sabah kahvaltıya beklediğini söylemişsin. Van Gogh’un pastel sarısı resimleri açılıyor önüme satırlarını okurken şu anda…
Çekiçle kırıldıktan sonra üzerine kekik ve kırmızı biber serpilen zeytin tabaklarını da hatırladım mektubunu okurken. Üzümlü bisküvileri ve buzlu bademleri gülerek uzattığın o harika güz sabahlarını, önüme önüme ittiğin kahve fincanlarından (neuzubillah ederim ki hiçbirisi fal değildi ama masalla ninni arasında kadın şeyleri) sana hep üç vakte adar çıkacak önü açık uzun yollar görüşümü, Kızıldenizi aşan Hz.Musa’yı, Yağmur Ormanlarında öten sihirli bülbüllerden bahsedişlerimi, çok sevdiğini bildiğim için ne yapıp edip Mezepotamya’ya, Harran Ziguratlarına benzettiğim kahve lekelerimizi, kadın kadına, dizdize konuştuklarımızı, bir kısmı masallar kadar bulutsu, bir kısmıysa kırık cam parçaları kadar gerçek ve acıtıcı sokak hikayelerimizi, bir çırpıda anlatışlarımızı. (buraya bu şekilde nokta konulmayacağını biliyorum Pınarcım, ama benim dilbilgisi ve cuntayla başım belada hep sen de bunu biliyorsun, koydum işte içimden geldiği gibi o noktayı, kuralları çiğnemenin en küçük hali bu olsa gerek).Hatırladım. h(E )r ş’e!y-i…
Mektuplar böyle oluyor işte. Salt o ana dair olmuyorlar yani okunduklarında. İçinizdeki tüm çekmeceler birbir açılıp, geçmişe ve hatıra dediğimiz tüm eski dakikalara da aynı anda sahip çıkıyorlar. Bu, denize dalmak gibi birşey. Yani düşey olarak dibe doğru indiğiniz halde, zamana ve bilgiye dair tüm her şeyi, dikey olarak üstteki yüzeyde gerçek olarak söylenegelen diğer her şeye taşıyabiliyorsunuz. Denizin altı ile üstü, farklı hatta taban tabana zıtmış gibi duran gerçekliklerden bahsediyorsa da, aynı Varlık hakikati içinde yaşamaya devam ediyorlar. “Gerçek politik bir şeydir”, bunu bana sen söylemiştin. İnsan hakikatinde, sevginin ve barışın esas olduğunu da… Süregeldiğin yürek isteyen hayat, gerçek dediğimiz kabul gören o usturuplu algının nasıl da yanılsamalar üzerine kurulu olabileceğini gösteriyordu zaten. Bize gerçek olarak öğretilen pek çok şeyin aslında hakikatle ilgisi olmadığını da zaten yaşayarak öğrenecektik pek çoğumuz. Neticeten rejimin sakıncalı bulduğu kadınlardık hepimiz. Tekil olarak dayatılan gerçeklik ve saygınlık algısını bozan kadınlar olarak, denizin altı ile denizin üstünü pekala bir arada konuşabileceğimizi söylüyorduk. Tarihin içine sızmak anlamındaki bu yasadışı faaliyetimize öksürüklerle cevap veriyordu tüm sınır kapıları. Takvimlerin, saatlerin ve erkeklerin yüreklerine inecek gibi oluyordu. Çünkü geçmiş ile gelecek dediğimiz şey, anın içine dercolurken, varoluş her an ama her an, kendisini yeniden ve yeniden kuruyordu. Misal bana en son görüşmemizde hediye ettiğin deniz yıldızı… Çalışma masama göre, hemen sol omzumun üstünde, Begoviç’in Anılarıyla Ruhul Beyan Tefsirlerinin önünde, Filistinli Kadınların işlediği üzerinde ağaç deseni olan gergef işinin hemen yanında duran o deniz yıldızına da baktım mektubunu okurken. Yeni olmadığı gibi eskide değildi aynı anda. Sanki seni görmüş gibi oldum. Burada yoktun ama buradaydın. Hatta. Gülümsüyordun…
Ben aslında seni hep böyle hatırlıyorum Pınarcım. Yani sokak çocuklarına kurduğun atelyelerin içinden “bombacı” olarak çıkartılıp kolların kelepçelendiği zamanlarda da, çocukların ve kadınların seks kölesi olarak çalıştırıldıkları arka sokaklarda verdiğin asap bozucu mücadelen esnasında da, anneni hatırlayışlarında ağlarken de veya defterime kurşunkalemle çizdiğin Büyükayı Takım Yıldızına dair krokide de, sen aynı anda bana hep gülümsüyormuşsun gibi gelirdi…
Geçirdiğin trafik kazasından sonra eve çıktığında seni uyurken seyretmiştim. Uyanır uyanmaz bana “doktor değilsiniz değil mi” diye sormuştun. Gülmüştüm. Seninse yüzün ızdırap doluydu. Beyaz gömlekli herkesi işkence için gelmiş adamlarla karıştırıyordun. Hapishane ile hastane iç içe geçmişti içinde. Bense saçlarını okşayarak sana Fatiha okumuştum, ellerimi tutarak uyuyakalmıştın. Allahtan dünyanın en güzel kardeşine sahiptin, Seyda’nın sırtında görünmeyen iki kanat olduğuna hep inanmışımdır…
İnanmak…
Bu kelimeyi önemsiyorum. Sıçramak gibi bir anlamı var çünkü. Bilginin bizi çıkaracağı gerçeğe dair o merdivene, elbette saygı duyuyorum. Ama varoluşun hakikati için çoğu kez kısa ve yetersiz kalıyor bilgi dediğimiz şey. İnanmaksa, aşka benziyor; denize uzaktan bakmaya değil de içine atlamaya benziyor.
Mektubunda bisikletten düştüğünü yazmışsın. Kas gevşetici kremi, sırtına sürecek kimseyi bulamadığından yakınmışsın. Çok uzaktasın arkadaşım, ellerim yetişmiyor ki Germenler Diyarına. Ama bil ki “Ya Şafi Ya Allah” dualarımı melekler sana taşıyacaktır.
Dreyfüs Davasından, Rosenberg’lerden söz etmişler haklı olarak arkadaşların. Bense Yusuf Kıssasından bahsedeceğim kara kaplı Kitaptan. Suçsuz yere zindanlara atılan o güzel Peygamberin başına ne geldiyse hep aşktan hep aşktan… Senin başına ne geldiyse de hep sevgiden, hep barıştan, hep aşktan… Denizi anlatmayı değil, denize atlamayı tercih ettin sen…
Ne güzel söylemiş Şair; “geçse de yolumuz bozkırlardan, denizlere çıkar sokaklar…”
Mektubuma son verirken, gözlerinden öper saadetler dilerim.
Not: Kendine dikkat et lütfen, hırka giymeyi unutma, yerlere yalınayak basma, burada grip salgını var, adaçayı, ıhlamur ve portakal suyu iç e mi?
Arkadaşın Sibel.