Bir filmde izlemiştim. Ressam Vincent van Gogh gençliğinde rahip olmayı ister, ancak asık suratlı bir rahipler komitesi tarafından yetersiz bulunarak reddedilir. Bunun üzerine genç Vincent onlara yalvarır, ‘isterseniz beni kimsenin gitmek istemediği yerlere yollayın’ der. Bu tutkulu istek karşısında komite onu rahipliğe kabul eder ve gerçekten de ücra bir maden kasabasına yollanır. Sevinçle yola çıkan Vincent, kasabaya varır varmaz işe başlar ve elleri yüzleri kapkara maden işçilerini Tanrı yoluna davet ederek onlara dua etmelerini söyler. Ancak işçiler tarafından terslenir, çünkü onlar bir somun ekmek için toprağın binlerce metre altında çalışmakta ve grizu patlamalarında sekizer onar ölmektedirler. Hatta içlerinden biri “Papaz efendi, cehennem buradan kötü olamaz ya!” der. Genç ve idealist rahip Vincent hayrete düşse de inancını yitirmez ve bir gün işçilerle birlikte madene, yerin bin metre altına iner. Orada, o berbat koşullarda çalışan küçük yaştaki çocukları görür. İnançta ilk ciddi çatlak. Aradan üç dört ay geçer. Sonra bir gün –tam da bir grizu patlamasının olduğu gün- Vincent’ı o kasabaya atayan rahipler, onu teftişe gelirler. Kulübesine girdiklerinde onu telaş içinde sağa sola koştururken bulurlar. “Nedir bu haliniz? Neden kasabanın bu en pis ve iğrenç kulübesinde yaşıyorsunuz?” diye sorarlar. Vincent “Çünkü onlar gibi acı çekmezsek bu insanlara Tanrı’nın mesajını iletemeyiz!” der. Rahipler “İyi ama senin kıyafetlerin çok kirli ve hırpani, bir rahip... ” Onların sözünü keser ve “Buradakilerin giysisi bile yok!” der Vincent. Sefil kulübeye göz gezdiren rahipler “Bir hayvan gibi burada saman ve pislik içinde mi yatıyorsun?” deyince o “Yatağımı, ona daha çok ihtiyacı olan hasta bir kadına verdim!” der. Nihayet sabrı taşan rahipler “Davranışlarınla dini liderleri ve temsilcisi olduğun kiliseyi küçük düşürüyorsun! Şunu iyi bilmelisin ki eğer bir vaize saygı duyulacaksa...” Elini masaya vurup ayağa kalkar Vincent, “Saygı duyulmak istemiyorum. Gidin ve mezarlıkta, grizu patlamasında ölen çocukların taze mezarlarına bakın! Gidin ve kadınlarla beraber yer silip kömür temizleyin! O temiz giysilerinizi ölen madencilerin kanı ve teriyle kirletin! İki yüzlüler! İki yüzlüler! Defolun!” diye bağırır. Onun delirdiğine hükmeden rahipler arkalarına bile bakmadan kaçarlar.
İnsanlık tarihi boyunca en büyük erdemdir duygudaşlık! Doğrusu ben, Pınar’ı sokak çocuklarıyla, zor durumdaki travestilerle, şiddete maruz kalan kadınlarla bir arada görmedim hiç; ama onların Pınar hakkındaki sözlerini duyunca, okuyunca anladım ki, Vincent’ın maden işçilerine yaklaştığı kadar yaklaşmış Pınar onlara! Eh asık suratlı rahipler tabii onu cezalandırmayı isterler! Çünkü her durumda insanlık sınırlarını zorlayan, genişleten bir iş yapıyor Pınar Selek.
Hani bazılarıyla konuşurken sanki bir duvarla konuştuğumuzu hissederiz! İçimizden sevinçle, coşkuyla, heyecanla yükselen kelimeler sanki bu duvara çarpar da boynu bükük derhal bize geri döner hani! Öyle sıkılırız ki, kalkıp gidesimiz gelir her neredeysek oradan! Bak Pınar böyle değil işte. Onunla konuşurken sevinç, coşku, heyecan yüklü kelimelerimiz onun verimli topraklarına düşer ve gözlerimizin önünde hızla dal dal, budak budak yeşermeye başlar. Öylesine seviniriz ki, kalıp yurt tutasımız gelir her neredeysek orayı! Bu gerçekten hayret verici, hayranlık uyandırıcı bir şey değil mi?
Bilmeden de olsa, fena bir iş de yapıyor Pınar. Bizde bitip tükenmeyen suçluluk duygusunu körüklüyor. Biz daha küçücük hayatlarımızı tanzim edememiş veya hâlâ etmeye çalışıyorken, üstelik “ben”le başlayan cümleler kuruyorken hâlâ, o ne de kolay terk edip kendisini, hızla sıyrılıp kendisinden, başkalarının hayatlarına ekliyor hayatını. Nasıl da başkalarının derdini dert ediniyor kendine, sevinçlerini sevinç. Ne güzel bir şey bu.
Metin’den duymuştum. Kadının biri, kızının sosyoloji okuduğunu ve çalışmalarını Avrupa’da sürdürdüğünü söylemiş ona. “Burada çalışacak ne konu ne de ortam var” diyormuş da başka bir şey demiyormuş kadın. Karşılaştığımızda “Yahu bir sosyolog için Türkiye’den daha bereketli yer mi var!” diyordu Metin burnundan soluyarak... Ona hak vermiştim. Gözünü ülkesinin gerçeğine dikmeyen sosyologlar hakkında verip veriştirmiştik. Sonra Pınar’ı tanıdım ben. Burayı dert edinmiş, buralı bir sosyolog. Buranın karnını bir türlü doyuramadığımız ve sokaklarda yaşamak zorunda bıraktığımız çocuklarını, buranın her allahın günü sivrisinek gibi öldürülen eşcinsellerini, buranın dayaktan kırılıp geçirilen kadınlarını, buranın kafasındaki miğferin ağırlığı altında ezilen gencecik delikanlılarını düşünen geceler boyu; sıkılan, ruhu daralan, bunalan, çalışan, yazan, dergi kitap çıkaran, seni beni çağıran, ama hiç durmayan, bıkmayan, yılmayan. Oysa asık suratlı rahipler komitesinin isteği ne yönde her vakit?
Yıllar önce bir gün çıkıp Öküz dergisine gelmişti Pınar. Üzerinde yeşil triko bir bluz vardı. Sigara dumanı ve çay makinesinin buğusunu yarıp kucaklaşmıştık. Aslına bakılırsa ben usulen uzatmıştım bedenimi. Yanaklarımız usulüne uygun biçimde birbirine değecek, sonra oturup konuşacaktık. O birdenbire beni kuvvetle kendine çekmiş, hatta yumuşak ve sıcak göğsünde iki saniye kadar da bekletmişti. Neye uğradığımı şaşırmıştım ben! İnsan insanı tanıdığı dakika böyle mi kucaklardı? Öylesine şaşırmıştım ki, elim ayağım birbirine dolaşmıştı. O hapishaneden henüz çıkmıştı, fakat sanki uzun ve müthiş bir geçmişe dayalı bir arkadaşlığımız vardı. Sanki kırk yıllık iki kadim dosttuk. Hakikaten tüm ezberimi bozan bir kucaklaşmaydı o. Hiç unutmadım. Unutmam da. Sonra çay ve sigara eşliğinde, Doğu’da intihara zorlanan genç kadınlardan bahsetmişti Pınar. Onlara destek olmak için Batman’a gelip gelemeyeceğimi sormuştu. Yaşamak yerine ölmeye itilen kadınların yanına elbette giderdim ve gittim de, ama şimdi düşünüyorum da Pınar Fizan’a çağırsa oraya da giderdim herhalde. O muhteşem kucaklaşmanın hatırına.
Pen Türkiye Merkezi Yönetim Kurulu’nun, 2009 Pen Duygu Asena Ödülü’nü, “uğradığı büyük haksızlıklara rağmen kadın hakları, demokrasi ve barış için yılmadan çalışan ve yeni eseri Sürüne Sürüne Erkek Olmak ile uluslararası alanda da ilgi uyandıran değerli sosyolog-yazar Pınar Selek’e sunmaya oybirliğiyle karar vermiş ve de kamuoyunun bilgisine kıvançla sunmuş olması” çok sevindirici ve umut vericidir. İnşallah bu ödül, hepimizin yakından tanıdığı asık suratlı rahiplerin verdikleri yanlış kararları bir kez daha düşünmelerine vesile olur.
Hatice Meryem