Karin Karakaşlı
12/04/2009 - RADİKAL
Sevmeyi seçtiğiniz insanlarla belirlersiniz hayatınızı. Sevmek en büyük edimdir, en esaslı tercih...
Birini sevdiğimizde soyadını bir kenara koyarız. Ve belki binlerce aynı isimli insan arasında onu kendi ismiyle biriciğimiz kılarız. Sevmek, bu açıdan yalınlaştırıcı ve bir o kadar kapsayıcıdır.
Pınar’ı, Pınar Selek olduğu yıllarda, bana kendisi de artık Hrant Dink olmuş Hrant tanıştırdı. İki buçuk yılını yok yere yutmuş cezaevinden yeni çıkmış olan Pınar “Nerede kalmıştık?” dercesine, inatçı ve inançlı bir gururla hayata orta yerinden dalmıştı. O gün de gözlerinde iki parlak yıldızla Agos’a gelmişti. Hrant beni kolumdan tuttu ve kelimenin gerçek anlamıyla bizi birbirimizin üzerine attı. Atış o atış.
“Patates kumundan bitki yetiştirdim” dediği cezaevi açıklamalarını okuduğumda Pınar artık benim arkadaşımdı. Ben bir yolu tersten gittim anlayacağınız; önce Pınar’ı sevdim sonra Pınar Selek’i. “Kapatıldıkça aklımı açar, sonsuz olurum. Aklımı da alamazsınız ya” diye okuyordum söylenmemiş ve yazılmamış ara satırları. Ve Pınar, bitki yetiştirmediği zaman kendisine yapılanları, yaşatılanları çok çok uzun zaman hiç anlatmadı...
Oysa aklını almak için çok uğraştılar, daha da uğraşıyorlar. O da yine patates kumunda yetiştirdiği bitkiler misali kendi işi gücüyle uğraşıyor. Bir kere yaşama uğraşı var Pınar’ın. Çoklarımızın ne olduğunu bilmediği ya da yapmaya yapmaya unuttuğu. Bunu kısaca her anı, son anmış gibi hakkını vererek yaşamak diye özetleyeyim. Öyle ruhani kitaplar okunarak, tarikatlara üye olarak değil can havli yaşamaktan damıtılarak edinilmiş bir alışkanlık onunkisi. Ölümden döndüğü trafik kazası ve yaşamından çalınmaya yeltenen iki buçuk yıl da dahil, tüm sınanmışlıklarından “anda yaşama” halini öğrenmiş. O yüzden karşısına geçtiğinizde sadece sizinle olduğunu bilirsiniz. Bir mutlaklık duygusu gelir yerleşir içinize ve kendinizi de her şeyi yapabilmeye muktedir hissedersiniz.
O muktedirlik duygusunun etkisiyle kurulmuş bir dolu hayalimiz var Pınar’la. Gerçek olup olmamasına bakmıyoruz bile. Hayal kurarken zaten onları en büyük hakikatimiz olarak yaşıyoruz. Hayal hakikatlerimizi de çalamazlar ya.
Makus tek çocukluğum içinde Pınar’ın, kız kardeşi Seyda ile paylaştığı büyülü bir kardeşliğe imrenmişliğim var bir de. “Yok artık, bu kadar da olmaz” dedirten eski zamanların siyah-beyaz, naif Türk filmleri vardır ya, bunlarınki öylesi bir kardeşlik. Seyda ben onu ilk tanıdığımda işletme alanında başarılı bir kariyeri olan genç bir kadındı. Derken Mısır Çarşısı bombası diye hayatları bombalanınca avukat olmaya ve ablasının masumiyetini haykırmaya karar verdi. Kanıtlamaya değil haykırmaya diyorum özellikle. Kanıtlamak, sanki başkalarının ikna edilmesi gerekli bir gerçek varmış hissini uyandırıyor. Oysa Pınar’ın tek hakikati var: Bombaya dönüştürülmüş ve yok edilmiş kitabı, kendini hep savunmaya ve yeni baştan anlatmaya maruz bırakılışı.
Ve Seyda sınava girdi, üniversiteye gitti, avukat oldu, babasıyla birlikte davayı üstlendi. Komplonun ilk yılında doğan çocuklar ilköğretimi tamamlıyor artık. Seyda ve Alp Selek, hâlâ çuvallar dolusu dosyanın arasında. Ve kolları hep açık, tek çocuk beni bağırlarına basmaya. Birini sevdiğimizde kuralları bir kenara koyarız. Ve belki binlerce başka insan arasından bütün istisnalarımızı onunla yaşarız. Bilen bilir. Ben şarkılarımı kendi kendime mırıldanırım. Dost sofralarında bile çıkıp şarkı söylemişliğim yoktur. Çekinirim. Ama Pınar “Sen Ermenice güzel türkü söylersin” diye bir hayale kapıldı bir keresinde. Yok öyle bir şey. Ama o buna inandı ve bunu istedi diye ben kendimi Batman’da 2 bin kişinin önünde “Oy Nare Nare” diye türkü söylerken buldum. Yine o inandı diye kolay kolay yanyana gelmeyecek her alandan kadın, kompartıman usulü birbirinden koparılmışlıklarının farkına vararak Batı ve Doğu’yu ilk kez teyellediler ucuca. Zorlu bir süreçti ve nitekim kadınların arasından el yordamı aradığımız barış dili de hep mahkelemelerin gölgesinde geçti.
‘Gazeteye bak’
Bir yandan Pınar’ı severken diğer yandan Pınar Selek konulu bir korku filminin içinde buldum kendimi. Tıpkı bir yandan Hrant’ı severken Hrant Dink konulu korku filminde rol alışım gibi. Bir noktadan sonra neredeyse düzenli aralıklarla benzer cümleleri sayıklar oldular. Hrant telefonla arar ya da bana doğru fırlattığı sayfaların arasından bağrınırdı: “Gördün mü gazeteyi?” Pınarsa hep mesaj atardı. “Gazeteye bak...” Gazeteye bakmadan önce, tik gereği saçlarımı önüme çeker, uçlarıyla oynardım bir süre. Yolunacak tüm kırık uçları tükettiğimde, gazeteye bakardım. Kağıtlar bazen başınızın içinde hışırdar desem, anlayabilir misiniz beni?
Sonra hep birlikte o gazeteleri unutur, bildiğimiz yoldan devam ederdik. Hâlâ da öyle yaparız.
Yine mi kiraz vakti
“Oyunun kuralıymış, öğrendim. Eğer şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışırsan, suçlu ilan edilirsin. Üstelik suçun şifreyi yüksek sesle söylemeye çalışmak olmaz. Tam da senin karşı durduğun, mücadele ettiğin bir tutum sana maledilir. Örneğin bir rahibeysen, fahişelik yapmakla suçlanırsın. Hayatını İslami değerlerin canlı tutulmasına adamış bir insansan, boynuna, içki ya da uyuşturucu tüccarı yaftası asılır. Ya da bir antimilitarist olarak bombacılıkla suçlanırsın. Ve bu öyle kriminal bir tarzda yapılır ki, sen savunmaya itilirsin. Yani bir odağın üzerine yürürken, kendinle uğraşmaya başlarsın. Suçlamalar sürekli tekrarlanır, tekrarlanır... Bunlar iddia biçiminde de verilse, çamur izini bırakır ve herkes sana baktığında bu suçlamaları hatırlar. Artık sen asla eski kimliğini sürdüremezsin. Bir düşünce suçlusu değilsindir. Barış suçlusu da ilan edilmezsin. Savaş örgütü, seni terörize eder ve yeni bir kimlikle milyonların karşısına çıkarır”.
Bugün savunma metni değil basbayağı edebi bir manifesto olarak sakladığım satırlarında böyle tarifliyordu işte kendini. Şimdi bir kez daha “Yine mi kiraz vakti?” dedirten günlerin arifesinde, onu doğrudan tanıma, yaşama şansı bulamamış olanlara aklının, yüreğinin kapılarını açtığı kitaplarını okumalarını öneriyorum. Hemen şimdi, şu anda, hiç ama hiç ertelemeden.
Okuyunca tanıyacaksınız onu. Bizden ve kendisinden alınmaya çalışılan gerçek Pınar Selek’i. Çünkü ismi ve soyadıyla tek aidiyetli olduğu yer kitapları. Onları birer bebek gibi doğurdu. Maskeler, Süvariler Gacılar; Barışamadık ve son olarak Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ta, uğruna en ağır bedellerin ödetildiği sosyoloji bilimine, tam da inandığı gibi hayatın ta damarından baktı. Yazılmamışları yazmaya, dışlanmışları aramıza katmaya, bir de oyunları bozmaya. Bu tutarlılık da onu çok sahici, çok sahici her insanın olduğu gibi kimileri için çok tehlikeli yaptı.
Sevmeyi seçtiğiniz insanlarla belirlersiniz hayatınızı. Sevmek en büyük edimdir, en esaslı tercih... Pınar Selek’i sevdim. Hepsi bu kadar.
Kaynak: Radikal 2
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=930589&CategoryID=42
|
|