Dava insanı olmak, her şeyden önce kendi kişisel çıkarını değil, uğruna mücadele ettiği “dava”yı öncelikli görmek anlamına gelir. Fedakârlık, cesaret, süreklilik ve sabır gerektiren bir tavırdır. Günlük iniş çıkışlardan bağımsız olarak, uzun vadeli bir amaç için kararlı ve istikrarlı durmayı vurgular. Bu anlamıyla kişisel rahatlık, güvenlik ya da konforu geri plana iterek bir “dava” insanı olmanın adıdır Pınar Selek.
Pınar Selek, feminist, anti-militarist, barış yanlısı bir araştırmacı, akademisyen, aktivist ve yazardır. Onun için “dava” bütün bu yaptıkları ve yapmak istediklerinden hareketle kapatılmak istendiği bir mahkeme davası değil, militarizme, patriyarkaya ve ayrımcılığa karşı yürüttüğü yaşam boyu mücadeledir.
Akademik çalışmalarını, yazdıklarını, aktivizmini, gündelik hayata dair bütün koşuşturmalarını da bu davanın bir parçası kılıyor. Yani onun “dava insanı”lığı, barış, eşitlik ve özgürlük ideallerine adanmışlığın ta kendisidir. Bütün bunların turnusolu Türkiye’de halak ne yazık ki ‘Kürt Meslesi’dir.
‘Tek’lik üzerinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti ulus-devlet yapılanmasında Kürtler, Ermeniler, Aleviler, Süryaniler, Rumlar başta olmak üzere, Türk ve Suni inancı dışındaki bütün etnik ve inançsal aidiyetler yok sayıldı. Cumhuriyet tarihi bu anlamda bir yanı ile bu halkların ve inançların yok sayılması üzerinden örgütlenen şiddet ile paralel yazıldı. Türk akademisi de buna suç ortaklığı yaptı. 1935-1936 yıllarında Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal desteğiyle Türk Dil Kurumu çevresinde geliştirilen ‘Güneş - Dil Teorisinin temel iddiası; “Yeryüzündeki bütün dillerin kökeni Türkçedir” oldu.
Böylece dilin etnik ve kültürel bir aidiyet değil, “ulusun birliği”nin aracı olarak görülmesi, Kürtlerin varlığını “dilsel sapma”ya indirgedi. Cumhuriyet’in erken döneminde yasaklanan Kürtçe yayınlar, isimler ve eğitim hakkı, bu teorinin yarattığı “tek dil–tek ulus” paradigmasının doğrudan uzantısıydı. Güneş-Dil Teorisi, bu anlamda yalnızca Türk dilinin yüceltilmesi değil, Kürtçenin silinmesi projesinin de ideolojik altyapısını oluşturdu. Bu anlamıyla Türkiye’deki üniversitelerin özellikle de sosyal bilimin en temel amaçlarından birisi bu inkar/yok sayma politikalarının meşrulaştırılması oldu.
Türk resmi tarih yazımı ve akademisi, kuruluşundan bu yana devletin kurucu ideolojisinin bir uzantısı olarak şekillenmiş, dolayısıyla derin bir militer karakter taşımıştır. Cumhuriyet’in erken döneminden itibaren tarih, “ulusal birlik” ve “milli güvenlik” kavramlarının hizmetine sokulmuş; geçmiş, ordunun kurucu rolünü yücelten bir kahramanlık anlatısına dönüştürülmüştür. Bu yaklaşım, Kürtler, Ermeniler, Rumlar ve Aleviler gibi farklı toplumsal kesimlerin tarihsel deneyimlerini dışlayan, tekçi bir ulus tahayyülünü pekiştirmiştir.
Akademi ise bu resmi söylemin yeniden üretildiği bir alan olarak, askerî vesayetin ideolojik meşruiyetini sağlayan bilgi üretim merkezine dönüşmüştür. Böylece eleştirel tarihçilik ve alternatif hafıza çalışmaları uzun süre “bölücülük” veya “devlet karşıtlığı” olarak damgalanmış; tarih bilimi, yurttaş yetiştirme projesinin bir aracı haline gelmiştir. Bu nedenle Türkiye’de tarih disiplini, yalnızca geçmişi anlatmaz; bugünü kontrol etmenin, kimlikleri tanımlamanın ve itaat kültürünü sürdürmenin bir mekanizması olarak işlemiştir.
Devlet için değil, toplum için akademi
Politik ve pratik duruşu ile Pınar Selek akademiye tam da bu noktada bir giriş yaptı. Birlinçli bir şekilde yanlış kurulan halkayı olması gerektiği gibi kurmak isterken hedef alındı. Devletin bütün araçları ile düşmanlaştırarak yok saydığı bir halkın derdi/dertleri ile konuşmaya başladığında devletin kırmızı çizgilerine de basmış oluyordu. Tıpkı Musa Anter, Hrant Dink gibi.
Pınar Selek’in devlet tarafından hedef alınmasının temelinde, onun “bilgi üretimi”ni iktidarın değil, toplumun hizmetine sunan bir çizgide kendisini kurmasında yatmaktadır. Türkiye’de sosyal bilimler, uzun süre boyunca devleti ve egemen ideolojiyi yeniden üreten bir aygıt olarak konumlandırılmıştır. Selek ise tam tersine, “makbul bilgi”nin dışına çıkarak, devletin “terör”, “güvenlik” ve “bölünme” gibi kavramlar üzerinden bastırdığı toplumsal hakikatleri görünür kılmak istedi.
Özellikle 1990’ların ortasında, Kürt meselesini, militarizmi ve erkek egemenliği bir arada sorgulayan saha araştırmaları yürütmesi, akademik alanın sınırlarını aşan politik bir cesaret eylemiydi. Devletin gözünde bu, yalnızca bir sosyolojik araştırma değil, “ulusal güvenliğe tehdit” olarak kodlandı. Dolayısıyla Selek, “tarafsız akademisyen” değil, hakikati ifşa eden bir fail olarak görülüp hedefe kondu. Patlayıcı bahanesiyle kurgulanan dava, aslında bir kadın araştırmacının hem epistemolojik hem de etik bağımsızlığının cezalandırılmasıydı.
Pınar Selek yıllardır süren haksız bu dava ile, ağır cezalar ve sürgün koşullarıyla karşı karşıya bırakıldı. Buna rağmen mücadeleyi bırakmadı; aksine, yazılarıyla, dayanışma ağlarıyla, bulunduğu her yerde toplumsal barışın sesi olmaya devam etti. Bu, “dava insanı”nın en temel özelliği olan kişisel bedelleri göze alma haliyle örtüşüyor.
Mücadele çizgisi hiçbir zaman bireysel bir kahramanlık üzerinden kurulmadı, ancak kendisi başta benim olmak üzere, birçok insanın kahramanı olmayı hak eden birisi oldu. Hep kolektiflerin, toplulukların içinde, onların sözcülüğünü değil, birlikte üretmenin, paylaşmanın örneklerini verdi. “Dava insanı” kavramı onun pratiğinde, toplumsal dayanışma ile örülü bir adanmışlık olarak anlam buldu.
Pınar Selek’in “dava insanı”lığı yalnızca Kürt meselesiyle sınırlı değildir; o, Türkiye’nin bütün bastırılmış hafızalarıyla yüzleşmeyi aynı barış çizgisinin parçası olarak görür.
Bu bağlamda Ermeni meselesi onun için tarihsel bir suçun, toplumsal vicdanda hâlâ açılmamış bir yaranın adıdır. Selek, hem araştırmalarında hem de söyleşilerinde 1915’te yaşananları “soykırım” olarak adlandırmaktan çekinmemiş, bu gerçeğin inkârını barışın önündeki en büyük engellerden biri olarak değerlendirmiştir. Ona göre, “barış” yalnızca silahların susması değil, aynı zamanda devletin kendi geçmişindeki şiddetle yüzleşmesi anlamına gelir. Bu nedenle Selek, Ermeni meselesini Kürt meselesiyle, militarizmin ve ulus-devletin inşa süreçleriyle birlikte okur; “tekçi Cumhuriyet”in hem Kürtleri hem Ermenileri hem de diğer halkları dışlayarak kendini kurduğunu vurgular. Bu bütüncül yaklaşım, Türkiye’deki resmî tarihin sınırlarını zorlayan, akademik olduğu kadar etik bir duruştur.
Selek’in bu konuda geliştirdiği duyarlılık, Hrant Dink’in mücadelesiyle de kesişir. Hrant’ın öldürülmesinden sonra yazdığı yazılarında, “ölümün değil, yüzleşmenin ve dayanışmanın diliyle konuşmak” gerektiğini savunmuştur. Bu, hem kişisel hem de kolektif bir sorumluluk çağrısıdır. Pınar Selek, Ermeni meselesine dair sessizliğin kırılmasını, feminist bir barış dilinin kurulması açısından da hayati bulur. Çünkü onun için hafıza adaleti, yalnızca geçmişin onarılması değil, geleceğin yeniden kurulmasıdır. Bu bakış, Selek’in hem araştırmalarında hem aktivizminde ortak bir ekseni oluşturur: inkârın yerine hakikati, ayrımın yerine dayanışmayı, suskunluğun yerine sözü koymak.
Kimi zaman “dava insanı” olmak tek bir çizgiye körü körüne bağlanma gibi de algılanabilir. Pınar Selek’in farkı, adanmışlığını eleştirel düşünce ve çoğulculukla Türkiye’nin temel meseleleri ile harmanlamış olmasıdır. Sosyalistlerden Feministlere, Feministlerden anti-militaristlere, Kürt hareketinden LGBTİ+ özgürleşmesine kadar geniş bir yelpazede köprüler kurdu. Kurduğu bu köprüler Pınar Selek’in kurduğu bu köprüler, yalnızca farklı toplumsal hareketleri bir araya getirmekle kalmadı; aynı zamanda birbirinden koparılmış acıların, mücadelelerin ve umutların ortak bir dil bulmasını sağladı.
Onun yaklaşımında dayanışma, soyut bir ideal değil, somut bir temas biçimidir: sokakta, akademide, cezaevlerinde, atölyelerde, mahkeme salonlarında… Selek, farklı kimliklerin ve mücadelelerin birbirine temas ettiği bu alanlarda, “öteki”nin hikâyesini dinlemenin dönüştürücü bir güç olduğunu gösterdi. Bu yüzden onun “dava insanı”lığı, ideolojik bir sabitlikten çok, hakikatin ve adaletin peşinde sürekli yenilenen bir arayıştır. Tam da bu nedenle, Selek’in mücadelesi bir kişisel direniş değil, ortak bir vicdanın sürekliliği haline gelmiştir. üzerinde binlerce insan hikayesi buluştu.
Yeni direniş adacıkları: Feministler, antimilitaristler, LGBTİ+ Hareketi
1980 askeri darbesinin yakıp yıktıkları, unutturmak istedikleri ve tutsak ettikleriyle kurulan iletişim ve etkileşim üzerinden başlayan bu hikaye içine doğduğu zemini dönüştürerek de devam etti. 12 Eylül öncesinde devrimci sol ve sosyalist hareketler, yalnızca sokakta değil, aynı zamanda akademi, kültür ve düşünsel alanlarda da belirleyici bir hegemonya sahipti. Antonio Gramsci’nin kavramsallaştırdığı anlamda “kültürel hegemonya”, bu dönemde Türkiye’de solun hâkimiyetinde şekillendi.
Ancak ana-akım sol/sosyalist yapılar dışında başka saiklerle bir çalışma içinde olmak, oradan doğru yol almak çoğu zaman “devrim arafesinde mücadeleyi bölmek” olarak algılanıyordu. Zira Türkiye’deki siyasal tahayyül, Latin Amerika ya da Vietnam’daki silahlı devrimci mücadele örneklerinden esinlenerek, dönemi “devrimci bir moment” olarak kodlamıştı. Bu durum, “devrimin öncelikleri” üzerinden kurulan otoriter bir merkezileştirme ile tartışma alanlarını sınırlandıran, belirli başlıklara yoğunlaştıran ve “acil gündem”in gölgesinde eleştirel çoğulluğu bastıran bir konjonktür yarattı.
Böyle olunca Avrupa’daki gelişmelerin aksine Türkiye’de ne feminist, anarşist, ne antimilitarist ve anti-otoriter, ne de LGBTİ+ hareketleri sol/sosyalist yapıların içinde serpildi; tersine, çoğunlukla bu yapılara rağmen ve onlarla çatışarak gelişti. Michel Foucault’nun “iktidarın mikro ilişkileri” dediği yerel direniş alanları, 12 Eylül sonrasında Türkiye’de de görünür olmaya başladı. Pınar Selek, içine doğduğu sokaktan okuyarak ve öğrenerek geldiği mücadele geleneğini dönüştürmeye yöneldi.
12 Eylül darbesi sonrası, toplumsal yapılar içinde yeni direniş adacıkları oluşmaya başlamıştı; feministler, LGBTİ+’lar, antimilitaristler, ekolojistler, anarşistler, Kürt hareketi ve farklı sol örgütler bu adacıklar üzerinden devletin baskı ve şiddetine rağmen, çoğu kez benimsemedikleri veya eleştirdikleri gruplarla yan yana mücadele etmeyi öğrendiler.
Pınar Selek bir söyleşisinde bu süreci şu sözlerle aktarır: “Bu zorunlu birliktelik zamanla önemli bir sosyal süreç açığa çıkardı: karşılaşmalar, yakınlaşmalar, öğrenme süreci…” Gerçekten de bu süreç, sosyal ilişkilerin yapısallaşmasına, örgütlerin çevresinde yeni sosyal ağların oluşmasına ve bu ağlardan deneyimlerin, analizlerin, kavramların birbirine aktarılmasına yol açtı. Alain Touraine’in “toplumsal hareketler” kuramının işaret ettiği gibi, yeni deneyimler yalnızca devletle çatışmayı değil, aynı zamanda farklı mücadelelerin birbirini dönüştürmesini de beraberinde getirdi.
Kaynama kuşağı ve sokakların teorisi
Bu akış, zamanla insanları, örgütleri ve mücadele repertuarlarını dönüştürdü. Eski yapılarla yetinemeyen, örgütlerin dışına taşan, bağımsız ama pek çok farklı mücadelede aktif olan, sosyalist geleneklerin üsttenci bakışları arasında yeni bir “aktivist tipi” ortaya çıkmaya başladı.
Bu aktivist tipi ile içine girilen süreci “kaynama kuşağı” olarak ifade eder. “Biz bu sürecin kuşağıyız. Ama bu “kaynama kuşağı” aynı zamanda çok büyük acılar yaşadı. 1990’lı yıllar, başta Kürt illeri olmak üzere, her yerde devlet şiddetinin keskinleştiği ve kitlesel baskı araçlarının yaygınlaştığı bir dönemdi. Faili meçhuller, işkenceler, tutuklamalar… Ve tüm bu karanlık içinde inanılmaz bir teorik arayış, müthiş bir tartışma ortamı vardı. Sokakta joplanıp akşam Emek Sineması’nın altında Arendt tartışmasına katıldığımız zamanlardı.”
Anti-hiyerarşik, anti-otoriter, yatay örgütlenme üzerinden oluşan bu ağlarda sistem tarafından baskılanan, yok sayılan alanlar buluşmaya başlar. Kadın özgürlük mücadelesinden ekolojiye, akademiden sokaklara, vicdani ret mücadelesinden LGBTİ+’lara insanlar kendi farklılıklarını koruyarak, bir bakıma aynılaşmadan dayanışarak yeni deneyimler bitiktirmeye başladılar. Kendi sözünü kurarak içinde olunan bu mücadele deneyimlerine sol, sosyalist gelenekteki sosyalite ve duruşların ötesinde ‘neşeli militanlık’ süreci başladı da diyebiliriz. İnsanlar kendilerini gizleme, bastırma ihtiyacı duymadan, kimlikleri ve aidiyetleri ile bir arda olmanın, bu aradalık ile değişmenin, dönüşmenin ve de değiştirip dönüştürmenin heyecanını yaşamaya başladılar.
Kendiminde dokuz buçuk yıl süren politik tutsaklığımdan sonra dahili olduğum bu süreçte ihtiyacımız olan; öncelikle kapsayıcı, ötekileştirmeyen bir dil, geniş politik eksenler ile beslenmiş yaşama uygun ve yaşam ile birlikte dönüşen bir teori ve dünyanın bütün baskı, zorba ve çirkinliklerine rağmen çoşkulu, neşeli bir katılımdı. Negri ve Hardt bu duruma; “Çoğulluk, farklılıkları yadsımayan ama onları ortak bir yaşam tarzı için kurucu kılan bir politik özelliktir,” diyorlardı. Sahip olduğumuz bütün bu birikimler ile yeniden düşünmek, yeniden yeni biçimler üzerinden örgütlenmek içine girdiğimiz yolda bizi güçlü ve neşeli kılacaktı.
Yakından baktığımızda bir kez daha göreceğiz ki, Neşeli Militanlık’ın en güçlü özelliklerinden biri de, her daim rahatsız edici olma konusundaki taahhüdüdür. Çünkü hiçbir program bize, iş yükünü programın kendisine bırakmanın getirebileceği rahatlığı sağlayamaz; çünkü ancak rahatsızlık hissiyle kalabildiğimiz müddetçe, bir hareket alanına sahip olmaya devam edebiliriz; çünkü pek çok toplumsal harekette, doğaçlama ve döngüselliğin örneği olan bir güzelliğin olanaklarını görürüz. Neşenin yaratıcı bir gerginlik olduğu savı üzerinden Deleuze: “Düşünce, ancak rahatsızlıkla başlar,” der.
Masallar, dayanışma ve umut
O günün sunumlarında Selek heyecanla; “ Bazı şeyler toplumsal olarak yaratıldığında, özellikle ilişkilerde bir yapı oluştuğunda, o yapı kalıcı hale geliyor. Sosyal ilişkilerin mucizesi. İnanılmaz bir kaynak yaratıyor. Bazı yapılar, bazı örgütler yok olabilir. Ama bizim aramızdaki ilişki devam eder. Alışverişler, konuşmalar, dayanışma…” kuruyordu bu sözlerini. “Zannederler ki insanlar büyüdükçe, masallara kulak vermez olurlar... Öyle değil. Büyükler de masallara ihtiyaç duyar. Size bir şey söyleyeyim mi? Masalını kaybeden insan, hayallerini de kaybeder...” Bizler mu masallarda buluştuk ve yol aldık, almaya da devam ediyoruz.
Yapılması gerekenin, geçmiş deneyim ve pratikler üzerinden başka varoluş biçimlerinin aktifleştirilmesi ve olumlanması olduğuna karar verdik hep birlikte.
Bu anlamda yeni modeller üzerinden konuşmak ve pratik adımlarını atmak üretken yeni alanların kurulmasını sağlayacaktı, öyle de oldu. Her şeyden önce birbirimize düzgün davranabilme becerisi bize, insanların yaşama tümüyle dahil olmasıyla daha somut hale gelen özerkliği, güveni, sorumluluğu ve kolektif gücü beslemesi anlamında kendimizi yeniden kurmayı öğrendik.
"Mutlu kadınlara dayanamayan bir iktidarla boğuştuğumu hissediyorum," diyen Pınar Selek bu yolunda hiç yalnız olmadı. O iktidar ile çatışma üzerinden kurduğu köprülerde insanlar buluştular, bu buluşmalar da o iktidarı korkuttu. Bu korkudan olsa gerek hedef seçildi. 2014 yılında verdiğin bir söyleşide; "En çok İstanbul ve denizi özledim. Artık ülkeme dönmek istiyorum, buraya alışamadım, alışamayacağım, bu yıl İstanbul'a dönmeyi istiyorum," diyordu. Hala dönemediği hayata karıştığı sokaklarda daha yapacak çok şeyleri var Pınar Selek’in.
‘Barışamadık’
Pınar Selek için barış, yalnızca çatışmasızlık hali değil; eşitlik, adalet, özgürlük ve tanınma mücadelelerinin bütünüdür. Feminist, antimilitarist ve özgürlükçü perspektifinden hareketle Selek, barışı mücadelesinin en başında toplumsal bir inşa süreci olarak ele aldı. Bu bağlamda, militarizmin gündelik hayatı nasıl şekillendirdiğini, bireylerin davranışlarını, hatta duygularını nasıl belirlediğini çözümleyerek barışın kültürel, toplumsal ve duygusal boyutlarını görünür kılar. Onun için barış, hem yapısal şiddetin çözülmesini hem de toplumun kendi içindeki ilişkilerde empatinin ve adaletin yeniden tesisini gerektirir.
Barış çalışmalarını akademiyle sınırlamayan Selek, sahadaki aktivizmiyle hem Kürt sorunu hem de militarizmin toplumsal etkileri üzerine yürüttüğü araştırmalarında, marjinalleştirilen grupların deneyimlerini merkeze alır. Bu yaklaşımıyla, Türkiye’de barışın inşasında feminist bilginin ve sivil dayanışmanın vazgeçilmez rolünü vurgular.
Selek’in barışa dair çalışmalarının bir diğer önemli yönü, toplumsal hafıza ve yüzleşme kavramlarıyla kurduğu ilişkidir. “Savaş Tanıkları Anlatıyor / Ben Öldüm Beni Sen Anlat” adlı sözlü tarih çalışmasında, çatışmanın farklı taraflarından ailelerin tanıklıklarını bir araya getirerek, acının tek taraflı bir dilde ifade edilmesini reddeder. Bu yönüyle barış, Selek için bir uzlaşma değil, bir dönüşüm sürecidir; insanlar kendi acılarının ötesine geçerek başkalarının acısına da bakabildiğinde gerçek barışın zemini oluşur. Onun akademik ve sanatsal üretimi, barışın soyut bir ide değil, gündelik hayatta yeniden kurulması gereken bir ilişkisellik biçimi olduğunu hatırlatır.
Pınar Selek’in “Barışamadık” adlı kitabı, Türkiye’nin bir asırlık tarihindeki savaş, şiddet ve ayrımcılık döngüsüne karşı, barışın neden bir türlü mümkün kılınamadığını derinlemesine sorgulayan bir metindir. Selek bu kitapta, devletin güvenlikçi politikalarıyla toplumsal barış arasındaki uçurumu görünür kılar; militarizmin yalnızca cephede değil, evde, okulda, sokakta ve dilde nasıl yeniden üretildiğini gösterir.
“Barışamadık”ın merkezinde, toplumsal yüzleşmenin eksikliği ve empatinin bastırılışı vardır. Selek’e göre, barışın inşası ancak mağdurların, ötekileştirilenlerin ve susturulanların sesine kulak verildiğinde mümkündür. Kitap, kişisel tanıklıklarla toplumsal analizleri birleştirerek, barışın bir devlet projesi değil, aşağıdan yukarıya kurulan bir dayanışma ve vicdan hareketi olduğunu hatırlatır. Böylece Selek, barış mücadelesini bir politik hedef olmanın ötesinde, ahlaki ve duygusal bir yeniden insanlaşma süreci olarak tanımlar.
Pınar Selek, “Barışamadık” kitabında Türkiye toplumunun yüzleşmekten kaçındığı travmaların, barışın önündeki en derin engel olduğunu söyler. “Biz barışamadık, çünkü savaşla yaşamayı öğrendik,” derken aslında militarizmin yalnızca silahların değil, zihinlerin içine yerleştiğini vurgular.
Ona göre, “barış bir anlaşma değil, bir duygudur; öğrenilmesi ve emek verilmesi gereken bir süreçtir.” Bu nedenle kitap boyunca devletin, toplumun ve bireylerin birbirleriyle barışamama hâlini sorgular; “herkes kendi acısına sarılıp ötekini duymamayı seçtiğinde, ortak bir barış dili kurmak imkânsız hale gelir” diyerek empati eksikliğini toplumsal bir yara olarak tarif eder. Selek, “barışa giden yol adaletle, adalete giden yol da cesaretle örülür” derken, hem kişisel hem kolektif düzeyde yüzleşmenin zorunluluğunu hatırlatır. “Barışamadık”, bu anlamda bir yenilgiyi değil, hâlâ mümkün olan bir direnişi, yani barışı yeniden öğrenme çağrısını taşır.
Yazar olarak Pınar Selek
Pınar Selek, yazarlığı yalnızca bir ifade biçimi değil, aynı zamanda bir direniş pratiği olarak kuran bir isimdir. Onun için yazmak, sözcüklerle dünyayı yeniden kurmanın, adaletsizliğe karşı durmanın ve unutulanları hatırlatmanın bir yoludur. Akademik birikimiyle edebi sezgisini birleştiren Selek, toplumsal meseleleri duygusal derinlikle ve politik bir bilinçle işler. Yazılarında çoğu zaman marjinalleştirilenlerin –kadınların, LGBTİ+’ların, Kürtlerin, göçmenlerin, yoksulların– hikâyelerini görünür kılar. Bu yönüyle Pınar Selek, Türkiye edebiyatında hem feminist hem antimilitarist bir yazar olarak özgün bir dil ve etik konum geliştirmiştir.
Sosyolojik araştırmalarından edebi üretimlerine uzanan çizgide Selek’in yazarlığı, tanıklık ile kuram arasındaki sınırları bulanıklaştırır. Sürüne Sürüne Erkek Olmak, Maskeler, Süvariler, Gacılar ve Barışamadık gibi metinlerde toplumsal cinsiyet, militarizm ve şiddet kültürü üzerine yürüttüğü çözümlemeler, hem akademik bir titizlikle hem de edebi bir duyarlılıkla kaleme alınmıştır. Onun dili kuru bir analizden çok, okuyucuyu vicdani bir sorgulamaya davet eden bir dildir. Pınar Selek, “bilmenin” yalnızca kavramsal değil, aynı zamanda duygusal ve etik bir eylem olduğunu hatırlatır; yazılarını, bu bilmenin sorumluluğunu taşıyan bir dayanışma çağrısına dönüştürür.
Sürgün yıllarında da yazmayı bırakmayan Selek, Fransa’da kaleme aldığı La Maison du Bosphore ve Parce qu’ils sont arméniens gibi eserleriyle, hem memleket hasretini hem de evrensel bir özgürlük arayışını dile getirir. Bu metinlerde, İstanbul’un çokkültürlü dokusu, kimliklerin iç içe geçtiği karmaşık bir mozaik olarak yeniden kurulur. Sürgün onun yazısında bir kayıp değil, bir yeniden kök salma deneyimidir. Bu anlamda Pınar Selek, yazarlığını hem bireysel bir ifade hem de kolektif bir hafıza inşası olarak konumlandırır. Onun kalemi, yerinden edilmişliğe, adaletsizliğe ve suskunluğa karşı inatla “hayatı savunan” bir dil üretir.
Cümbüşçü Karıncalar kitabında ise Pınar’ın her halini görmek mümkündür. Karınca kolonisi üzerinden otorite, itaat ve farklı olma cesareti gibi temaları alegorik bir dille işler. Koloninin içinde Cümbüşçü Karıncalar, yani kurallara uymayan, dans eden, hayal kuran karıncalar vardır; toplumun katı düzenine aykırı düşsel bir alan açarlar. Selek, bu hikâye aracılığıyla çocuklara “başka bir dünyanın mümkün olduğunu” anlatırken, yetişkinlere de sorgulama ve özgürleşme çağrısı yapar. “Cümbüşçü Karıncalar”, Pınar Selek’in antimilitarist ve özgürlükçü düşüncesinin edebi bir yansıması olarak, barışın yalnızca büyük politik süreçlerde değil, gündelik hayatın en küçük ilişkilerinde bile yeniden üretilebileceğini hatırlatır.
Pınar’ın masalı
Pınar Selek’in hikâyesi, yalnızca bir kadının kişisel mücadelesi değil, aynı zamanda bir kuşağın, bir toplumun ve bir hayalin hikâyesidir. O, hepimizin içinde yaşattığı “masallara” yeniden hayat vermeyi bilen bir anlatıcı, bir dönüştürücü, bir yol arkadaşı oldu. Devletin baskısına, yıllar süren davalara, sürgünün ağır yalnızlığına rağmen, onun masalı hiçbir zaman yarım kalmadı. Çünkü o masal, bireysel bir kahramanlığın değil, kolektif dayanışmanın, köprüler kurmanın ve birlikte üretmenin masalıdır.
“Masalını kaybeden insan, hayallerini de kaybeder,” diyen Pınar’ın yolculuğu, kaybedilmek istenen masalların yeniden dirilişidir. Feministlerin, antimilitaristlerin, LGBTİ+ hareketinin, Kürt özgürlük mücadelesinin, ekolojistlerin buluştuğu o çoğulcu alanlarda Pınar, yeni bir kolektif hafıza ördü. Bu hafıza, sadece geçmişi hatırlamak için değil, geleceğe dair umut kurabilmek için de yaşamsaldır. Pınar sürgün hayatında da masalı peşinde yürümeye devam etti.
Hayata karıştığı topraklarda kovulsa da dünyanın dört bir yanında konuşmaya, tartışmaya, üretmeye devam ediyor Pınar Selek. Mart 2023 tarihinde Fransa'nın Nice kentindeki Cote d'Azur Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Sosyolog Pınar Selek'in adı, üniversitenin eğitim fakültesi kampüsüne verildi. Bunun üzerine Selek,"Öğretim üyesi olduğum Cote d'Azur Üniversitesinin Eğitim Fakültesi kampüsüne adım verilecek. Onur duydum. Çektiğim-iz tüm acıları azaltmasa da anlamlı..." ifadelerini kullandı.
15 Ekim tarihinde Fransa merkezli Non-Violence XXI (Şiddetsizlik 21 Birliği’nden), Pınar Selek’i “onursal başkanlık” (Marraine) görevine davet etti. Selek de bu talebi kabul etti. Dernek, Selek’in adalet, barış ve azınlık hakları için sürdürdüğü kararlı mücadelenin, “şiddetsizlik ilkesinin örnek bir temsili” olduğunu vurguladı. Pınar sırt çantası sırtında Nice’ten, Torino’ya, Berlin’den Cenevre’ye, Paris, Brüksel...tıpkı hayata karıştığı sokaklarda olduğu gibi sokaklarda olmaya, göçmenler, feministler, LGBTİ+ lar, antimilitaristler arasında ağlar kurmaya devam ediyor. Kimi zaman bir üniversite anfisinde, kimi zaman bir kentin ara sokaklarında bir bibliothèque’te, bir konferans salonunda anlatıyor, ya da sokaklarda kampanyalar, eylemler örgütlemeye devam ediyor.
Bugün hâlâ sürgünde, hâlâ bitmeyen davalarla boğuşuyor olsa da, Pınar Selek’in masalı devam ediyor. Çünkü onun masalı, İstanbul’un, Amed’in, Nice’in, Strasbourg’un sokaklarında, dayanışma kampanyalarında, yazdığı kitaplarda ve en önemlisi umutlu insanların kalplerinde yaşamaya devam ediyor. Henüz bitmeyen yol, aslında hepimizin ortak yoludur: barışın, özgürlüğün ve eşitliğin yolu.
26 yıl süren davasının yenisi 21 Ekim’de İstanbul’da olacak. Sözü 26 yıldır bu mücadelede Pınar’ın yanında olan, onu asla yalnız bırakmayan aradaşları, dostları ve yoldaşlarından oluşan “Hâlâ Tanığız Platformu”na bırakıyorum: “Bir yandan silahsızlanma sonrası meclise taşınan barış umudu, bir yandan dört koldan süren baskılara karşı büyük bir mücadele sürüyor. Gelin, Pınar Selek’in nihai beraatine hep birlikte sahip çıkalım; çünkü bu beraat, aynı zamanda barış temelli hakiki bir değişimin de teminatı.”
Hayata karıştığımız topraklarda, İstanbul, Mardin, Diyarbakır sokakları barış ile buluşacaksa bu Pınar’sız olmaz...
https://bianet.org/yazi/iki-dava-bir-kadin-pinar-selek-312694