Karin Karakaşlı - Radikal 2 - 03/11/2013
Gökyüzü aynı gökyüzü deriz, ama öyle değil işte. Essen’deyken baktığım gök, bana çok daha yakın, bulutlar daha bir oyunbaz. Ayağımın altında sapsarı yapraklardan bir örtü var. Bir yandan da rüzgâr sayısız yaprağı havada döndürüyor. Arada kıpkırmızı kalmış yaprakların da uçuştuğunu görüyorum. Kırmızı ağaçlardan düşen ‘yanan yapraklar’ bunlar.
Sokaklardan kapalı mekânlara geçtiğimde karşımda ne zamandır özleminden yandığım Pınar var. Ruhr Kitap Fuarı kapsamında bu yıl Pınar Selek de Almancada yayımlanan bir kitabıyla daha okurlarla buluştu. ‘Frau in Exil/Sürgünde Kadın ’ başlığıyla Orlanda Yayınevi’nden çıkan kitabında Pınar, ev ve sıla kavramlarını kendi deneyimlerinden yola çıkıp felsefecilerden sosyologlara bir yolculuk eşliğinde usulca açıyor.
Mesafeleri kendi rızanla seçmişsen sorun yok. Pınar Selek sosyolojiye adanmış hayatında sokakları hep çok sevdi. Sistemin unsurlarını değil, düzenin türlü gerekçelerle dışladıklarını araştırmaya yöneldi. Bunu da sakınımsız bir zamanlamayla yaptı, yani kariyer inşası açısından korunaklı ve şık duran ileriki yıllarda değil, her şeyin alev alev yandığı zor zamanlarda. O kırmızı yapraklı ağaç gibi. Yangın yerini gösterip toprağa su, havaya gölge olarak.
Vapura binmek
İç savaşın en karanlık yıllarında neden barışılamadığını anlamak için Kürt hareketine yöneldiğinde, Ülker Sokak’ta travestilere cehennem yaşatılırken orada yaşayıp kayıt tuttuğunda, sokak çocuklarını çöplerden sanat eseri yapılan bir atölyeyle buluşturduğunda yaptığı buydu. Devletin sinir tellerinde gezinmenin bedeli 15 yıldır mahkeme eliyle dayatılan adaletsizlik. Genç bir bilim kadının üzerinde politik hınç olarak sürdürülen kötülüğün boyutları, bu apaçık kişilik katline isyan edenlerin dayanışma gücünü de belirliyor. Yaşasın tersine diyalektik. Yoksa başka türlü nasıl katlanabilir, nasıl devam ederdik?
Pınar Selek bu son mesafeyi kendi rızasıyla seçmedi. Canını bir de böyle yakmak istediler. Sandılar ki ülkesinden uzakta, kendisine yaşatılan zulmün sarmalında acılaşır. Olmadı ama, yine başaramadılar. Kitap etkinliğine Skype bağlantısı ile katılan Pınar’ın güzelim yüzü heyecanla ışıl ışıl. Bakmalara doyamıyorum, nasıl özlemişim... Çünkü konu başlığı, dava konusu kılmaya çalışsalar da o bütün nesneleşmelere karşı mücadele etmiş ışıklı bir özne. Aklını kalbiye birleştirmiş bir tatlı cadı. Bir dokunuşuyla çoklarımızın hayatını dönüştüren.
Baktım yine ezber kalıplardan eser yok onda. Kompartıman usülü kendisine dayatılanlarla, asıl yapmak istediklerini nasıl ayırdığından, çevresinde birleşen insan ağından bahsediyor. Gezi direnişine götüren toplumsal hareketlerin yakın dönem tarihini, Fransa’da sahiplendiği meseleleri, kimlik politikaları ile özgürleşme arasındaki ilişkiyi sorguladığı doktora tezini ve soluk almak istediği edebiyatı anlatıyor bir nefeste. Türkiye ’ye dönme konusundaki girişimleri sorulduğunda büyük politik değerlendirmelerden önce dedikleri, yine hayattaki duruşunu kanıtlar nitelikte: “Dönüp Karin’le vapura binmek ve bir çay içmek istiyorum…”
“Evim yarım kaldı”
Böyledir zaten. Küçük, insani hayallerimiz vardır sevgiye dair ve bunlar aslında fena halde politiktir de. Gidip gelip onun yazısına sığınıyorum yine ev diye. Neden biliyor musunuz, Pınarsız burası eksikli memleket bana. Güç bulmak için varlığı anımsamanız gerekir. Öyle yapıyorum, Pınar diyor ki: “Belki de ben rotamı buraya çevirecektim bir gün. Günü gelir, insan kendi ürettiklerinden, birikiminden, her şeyinden uzaklaşabilir. Ama zamanı kendi belirler, neyi nerede, nasıl bırakacağını, neyi tamamladığını, neyi tamamlamak istemediğine karar verdikten sonra, gidebilir ve kendi sınırlarının dışına kayabilir. Bu kayışla, koparılma arasında ciddi bir fark var. Çiçeklerim susuz kaldı, her sabah ekmek verdiğim kuşlar, gün aşırı yemek taşıdığım yaşlı arkadaşım, bahçeme ektiğim zeytin fidanı… Okumaya başladığım roman, yazdığım makale masamın üzerinde kaldı. Annemin fotoğrafları, eski dostların hediyeleri, sık sık açıp okuduğum mektuplar, yeni başlattığımız kampanya, eylemde yapacağım konuşma… Köşe başında bekleyen arkadaşlarım… Benim evim onlardı. Evim yarım kaldı.”
Şikayet değil, mücadele
Sonra ama o dayatmadan nasıl bir özgürlük ürettiğini gördük. El ele. Çünkü sistemin canını yakmak ancak birlikte oyun bozmakla mümkün. İfşa etmek ve gülmekle. İnadına yaptığına devam etmekle.
Yersiz yurtsuzluktan, üç bavuldan dünyayı ev kılacak hale gelmek, insan kudretinin başarısıdır. Hani şu düzenin en deli olduğu şeyin, hesaplanamaz olan ihtimalin. Pınar hep bunu başardı. Ve bütün bunlar olurken o çok sevdiği ülkesine tek laf ettirmedi, şikâyet eden değil mücadele eden olmayı seçti. Bu haliyle Batı’nın göçmen, sürgün anlayışını da sarstı, onlara da kendi kalıplarını sorgulattı.
Strasbourg Üniversitesi Rektörü Alain Beretz, Lyon’daki Ecole Normale Supérieure tarafından 4 Ekim’de Pınar Selek’e verilen onursal doktora dolayısıyla yaptığı konuşmada tam da bu algı kırılmasını gösteriyordu. 1943’te Gestapo, üniversitenin tesislerini işgal ettiğinde can kaybı, gözaltı ve sınır dışılarla büyük bedel ödenmişti. Şöyle dedi Beretz: “Akademik özgürlük, daha önceki nesillerin, bazen hayatları pahasına olsa da, savunmak ve kazanmak için uğruna mücadele ettikleri bir ayrıcalıktır. Bu cesur direniş olmasaydı, üniversitenin ve Clemont-Ferrant şehrinin, tarihin en karanlık saatlerinde, topluluğumuza cömertçe sunduğu sığınak olmasaydı, bugün sahip olduğumuz hak ve özgürlüklere sahip olamazdık. O zaman bulduğumuz sığınağı Pınar Selek’e sunma sırası bizdedir.”
Pınar’la üretip yarattığımız, yaşadığımız bir memleketin hasretiyle gurbetteyim. Benim sığınağım bu hayaldir. Onu size sunuyorum.
Kaynak: http://www.radikal.com.tr/radikal2/memleket_gurbet_hasret-1158568