1948 yılında Roberto Rossellini ‘Mucize’ adlı bir film yapıyor. Filmin kadın kahramanı Nannina (Anna Magnani) kasabanın maskarası, delisi olarak bakılan bir kadın. Dağlarda dolaşıyor ve bir çobana rastlıyor. Onun Aziz Josef (Fredrico Fellini) olduğunu düşünüyor. Kendisini alıp, yanında cennete götürmesini talep ediyor. Josef ona şarap veriyor. Sarhoş olan kadın kendinden geçiyor ve uyandığında kasabaya iniyor. Zaman geçtikten sonra hamile kaldığını kasabalılar görüyor ve “mucize oldu” diye bütün kasaba ayaklanıyor. Kasabanın delisi olduğundan bu fakir kadın birdenbire bir Meryem Ana olarak ilan ediliyor. Bir Azize Meryem oluyor kadın. Mucizeye inanan Nannina’yı kasaba ahlakı suçlu ve deli olarak kabul etmeye devam ediyor. Aşk adı altındaki filmin birinci bölümü 1947 yılında Jean Cocteau’nun bir hikâyesinden yola çıkarak ‘İnsan Sesi’ni yapan Rossellini, ikinci bölümü ‘Mucize’ adlı filmle sinema tarihine bırakıyor.
1952 yılında aynı Roberto Rossellini ‘Europe 51’ adlı bir film daha yapıyor: Konu yine benzer bir şekilde akıldışılık ve psikiyatri. Uzun zamandan beri Assisili Aziz Francesco’nun hayatıyla ilgilenmiş olan Rossellini, mucize, fakirlik ile insan ve hayvanlara yardımseverlik duygusu içinde yaşayan karakterler üzerine filmler yapıyor. Bu ikinci filmde de Roma’da yaşayan Irene (Ingrid Bergman) ‘beyaz İtalyan’ olarak, kürkleriyle salonlardan salonlara koşan bir anne. Çocuğuna ayıracak zamanı yok. Zengin kocası, annesi, arkadaşları derken, çocuğu, ilgi görmeyince, intihar ediyor. Suçluluk duygusu ve eziklik içinde önce işçi mahallelerini ve zavallıların hayatını, sonra, bir fahişenin sefil hayatını sonra da veremden ölümünü izleyen Irene, en nihayetinde akıl hastanesine konuluyor. Ama yardım ettiği insanlar, onun kapatıldığı psikiyatri hastanesinin önünde gelip, ağlıyorlar onun için: Irene, Azize İrene oluyor.
1961 yılında Foucault’nun Deliliğin Tarihi kitabı yine akıl ve akıldışı arasındaki tarihi mücadeleyi konu aldığında Shakespeare’den Artaud’ya, Nerval’den Van Gogh’a kadar akıldışılığın yaratıcılığını incelemiş ve onların toplumsal alandan nasıl dışlandıklarının tarihini yazmıştı. Bunlar tarihe kalmışlardı, doktorları veya yargıçları değil.
28 Ağustos günü, 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kırmızı bültenle Pınar Selek’in aranmasının gazete haberlerine düşmesi hayret vericidir. Büyük bir psikolojik baskı altında yaşayan sosyolog ve araştırmacının terör suçundan müebbet hapis cezasına çarptırılmış olması zaten tuhaftı. Ama bir de Interpol’den arandığı haberi, hayretler içinde, okununca ne denileceği bilinemez bir vaziyet içinde olduğumuzu, bir kez daha, hatırladık. Suçun olmadığı yerde bir ‘suçlunun’ aranması kadar acayip bir durumla her yerde karşı karşıya gelinemez. Olay, ‘garip ama gerçek’ hikâyelere dönüşmekte. Türkiye ’de ender olan bir ‘gerçeküstücülüğü’ çağrıştırmakta. Uzun süren bu süreç, gitgide, daha önce de belirtmiş olduğum gibi, Kafka dünyasını da sollayıp gitmekte. Ama artık tahammül sınırlarını zorlamakta olan yargının ‘bir şey yapmasının’ zamanı çoktan geldi de geçiyor.
Sonunda; bir film kahramanı gibi yaşamış, tinerci çocuklara, travesti ve transseksüellere yardım duygusu içinde destek veren ve onlar için araştırma yapan, onların dışlanmış oldukları için sosyolojik olarak üzerlerine araştırma yapılmasının doğru olduğunu düşünen ve sonra da bu araştırma konusunu Türkiye’nin uzun zamandan beri sorunu olan ve çözülmesinin konuşulduğu ve yollarının araştırıldığı sürecin yaşandığı şu günlerde Pınar Selek gibi bir araştırmacının ‘terörist’ olduğu ve ‘terör suçundan’ ‘kırmızı bülten’le arandığının haberlere düşmesi, Adalet Bakanlığı’nın da İçişleri Bakanlığı’nın da bir çeşit ‘düşüşü’ olarak gözükmekte.
Yapılan hatalar tamir edileceğine, üzerine üzerine gidilen bu yol içinde, Pınar Selek gitgide Rossellini’nin kahramanlarına benzemeye başlayacak. Kaderini azize olma yolunda bulma riskini taşıyacak; çünkü Pınar Selek gerçek modern bir azize olarak durmakta artık karşımızda. Yardımsever, iyi kalpli, araştırmacı, yaptığı işi ve insanları seven kalbiyle, rahat yaşayacağı, burjuva bir akademik hayatı yaşayacağına kendisini sosyolojik araştırmalara veren ve hatta müreffeh hayatı bir kenara bırakarak, kendisini sosyal bilimler alanına adamış bir kadının bu kadar acıya maruz kalması herhalde sadece onu sevenlerin, yol arkadaşlarının, meslektaşlarının üzüntüsü değil, dünya karşısında bu hale düşen önce tüm adalet mekanizmasının, sonra da Türkiye akademisinin ve tüm Türkiye’nin üzüntüsü haline gelmektedir.
Bu durumun artık çözülmesinin şart olduğu bir döneme girmiş bulunmaktayız. Adalet duygusu olan yargı camiasının, siyasi alanının, akademik çevrenin biraz duyarlılığa doğru gitmesi herkese ferahlık verecektir. Türkiye’yi de anlaşılamaz bir durumdan kurtarıp, rahatlatacaktır.
http://www.radikal.com.tr/yorum/kirmizi_bulten_bir_azize_mi-1150042