Pınar Selek
Bu da bizim değerli yalnızlığımız



Bu da bizim değerli yalnızlığımız
KARİN KARAKAŞLI

Siyaset literatürünün birbirinden veciz kavramları çok duyulmuştu da, hiç “değerli yalnızlık” türü edebi bir ifadeye rastlanmamıştı bugüne kadar. Hani yazar kısmı dese “Amma da edebiyat yapmış!” diye dalga geçilmeye müsait terim, bugünlerde her yönüyle ciddi ciddi tartışılıyor. Başbakan Erdoğan’ın dış politika başdanışmanı Dr. İbrahim Kalın, verdiği bir söyleşide “ Türkiye bölgesel ve küresel siyasette yalnız değil. Ama dünya darbelere, katliamlara sessiz kalırken tek başına doğrunun yanında olmamız gerekirse bundan çekinmeyiz. Eğer buna yalnızlık demek icap ediyorsa bu değerli bir yalnızlıktır. Bu yalnız kalmak değil, onurlu bir duruş sergilemektir” diyerek tanıma kendince açıklık getirse de, çıkarlar ve dengeler merkezli siyaset dünyasında böyle bir soyutlamayı bir yerlere oturtabildiğim yok. Bir de eğer yalnızlıktan bahsedeceksek, Mısır’daki katliamı bile Türkiye iç siyaseti ile karşılaştırmalı okuma gayretlerinin, “Onların elinde taş yoktu” düsturuyla bugün bu saat halen Gezi direnişinde yaşatılan zulmü savsaklamanın, Ali İsmail Korkmaz’ın canım bakışını görmezden gelip onu yerde kıvrandıran pusunun faillerini koruyup kollamanın, bir muhatap sayılmama infialini darbe girişimi diye yaftalamanın ıssızlığı bir yerde yok. Ama sorun da bu değil mi zaten, bazı ölümler meşru, bazı yalnızlıklar değersiz.

İşte tam bu ortamın içine sosyolog-yazar Pınar Selek’in ‘kırmızı bülten’le aranması talebi servis edildi. Sanki kaçan varmış gibi... Ayrıntılara biraz yakından bakıldığında esas arzulananın ne olduğunu anlamak hiç de zor olmuyor. Bir de tabii hepimizde yılların tecrübesi var. Dile kolay, tam 15 yıldır üç ayrı beraatin akıllara ziyan bir son kararla, kendini Yargıtay mercii yerine koyan, heyeti değiştirilmiş o aynı mahkeme tarafından ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına dönüştürüldüğünü bile gördük. Avukatların, gazetecilerin anlamakta, algılamakta zorlandığı, çevirmenlerin yurtdışı heyetlere tercüme etmekte aciz kaldığı bu hukuk elli işkence şimdi de kırmızı bülten talebiyle taçlandırılmış. Son skandal karara şerh koyan mahkeme başkanı bu talebe de muhalefet etmiş ama ne gam. Interpol’ün uygulaması olmadan yaptırımı da, geçerliliği de olmayan bir bültenin haberini, dava henüz Yargıtay önünde temyiz aşamasındayken, böyle servis etmekteki murat ne ola ki? Güzel gülüşlü bu genç kadını tekrar tekrar cendereye sokmak, süreci kendi meşreplerince manipüle etmek değil de ne?

Bir başka maksat da elbette Pınar’ın canını bu kez de aşkla bağlı olduğu ülkesi üzerinden acıtmak. Sanki o gittiği her yere ülkesini de götüremez ve kök salamazmış gibi...

Nitekim yine gıyabında örülen bu ağla ilgili ilk açıklamasında Pınar’ın söyledikleri kötüleri deli eden gücüne dair en çok: “Avukatlarım hukuki mücadeleyi veriyorlar. Ben ise, üretmeye devam edeceğim. Az sonra bir toplantıda ‘sosyal hareketlerin repertuarı’ hakkında bir konuşma yapacağım mesela. Ben kendim olmaya devam ediyorum, ‘direniyorum’ bundan başka sözüm yok.”

Dünya ev olursa

Zaten Pınar’ın bu konuda tek söz etmesi zûl. Kuşatıldığı komployu, barış için çıktığı yolda el konan bilimsel çalışması sonrası sırf görüştüğü insanların isimlerini vermedi diye gördüğü ağır işkenceleri, cezaevindeyken ‘Mısır Çarşısı bombacısı’ ilan edilişini, kuşatıldığı bu iğrenç komploya karşı verdiği o destansı hukuk mücadelesini anlatması zûl. O bu kabusun dışında kendi hayatını en doğal haliyle yaşayabildiğinde, üretip yaratabildiğinde mutlu. Mutlu ama uzakta, dahası kendi tercih etmediği bir uzakta. Onun gittiği her yeri, son olarak halen doktora çalışmasını yürüttüğü Starasbourg’u evi kılması, o evin içerisinden de yine her zamanki gibi dünyayı kucaklaması, bizzat ışığıyla ilgili. Pınar ışıklı ve iyi bir insan. Kararmıyor, acılaşmıyor. Karanlığın ve kötünün hıncı bundan.
Uzaklardayken, ev ve aidiyet denen şeyleri düşünmeye çok fırsatı oldu. Daha derinleşti, yoğunlaştı. Ve sonunda bir gün şöyle yazdı: “Sonra birden koptum... Birden kendimi, dilini bilmediğim, rüzgarlarına aşina olmadığım, reflekslerini tanımadığım bir mekan içinde buldum. Evim, orda, uzaktaydı. Ama yasaktı. Bana yasak olan, bir şeyler yarattığım, kendi izimi çıkardığım yer. O izden ayrıldığımda, sadece evden değil, kendimden de uzaklaştım. Dönemedim. Dönemiyorum. Belki de ben rotamı buraya çevirecektim bir gün. Günü gelir, insan kendi ürettiklerinden, birikiminden, her şeyinden uzaklaşabilir. Ama zamanı kendi belirler, neyi nerede, nasıl bırakacağını, neyi tamamladığını, neyi tamamlamak istemediğine karar verdikten sonra, gidebilir ve kendi sınırlarının dışına kayabilir. Bu kayışla, koparılma arasında ciddi bir fark var. Çiçeklerim susuz kaldı, her sabah ekmek verdiğim kuşlar, gün aşırı yemek taşıdığım yaşlı arkadaşım, bahçeme ektiğim zeytin fidanı... Okumaya başladığım roman, yazdığım makale masamın üzerinde kaldı. Annemin fotoğrafları, eski dostların hediyeleri, sık sık açıp okuduğum mektuplar, yeni başlattığımız kampanya, eylemde yapacağım konuşma, köşe başında bekleyen arkadaşlarım... Benim evim onlardı. Evim yarım kaldı. Niye ki şimdi?”
O sorunun yanıtı, bu kırmızı bülten ile bir kez daha billurlaşan kara niyette gizli. Öyle ya, art niyet yetmez, bu bir kara niyet. Yarım ve eksik kalsın istendi, olmadı ama. Pınar her seferinden boşluklarından tamamlar kendini. Dahası, sarmaşık gibi sarar sarmalar, yeni hayatına girenleri eski duraktakilerle kucaklatır. Sonunda “Sen evine, şehrine, ülkene doğmaadın ki, dünyaya geldin” diye hatırlatması bundandır kendine.
Hani değerli yalnızlık demiştik ya, o değerli yalnızlık Pınar’ın ve bizim paylaşılan, paylaşıldıkça kalbi birbirimiz için çarptıran, ölümlerden hayat doğuran yalnızlığımız. Onu da bir yaşayan bilir.

http://www.radikal.com.tr/radikal2/bu_da_bizim_degerli_yalnizligimiz-1148497

Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Mahkeme Süreci Court Process