Etyen Mahçupyan - 06/02/2013 - Zaman
Askerî  vesayetin bitmesiyle özgürleşmesi beklenen siyaset, kangren olmuş somut  sorunların yükü karşısında kolayca edilgen durumlara düşebiliyor.
 
Örneğin  Başbakan, yargının Ergenekon davasında yavaş davranmasından ve yüzlerce  alt rütbeli subayın suçlu olup olmadıkları belirlenmeden tutuklu halde  kalmasından rahatsız… Öte yandan hükümet yargıya müdahale suçlamasıyla  karşı karşıya kalmak istemiyor. Ne var ki bu durum yargı içinde çeşitli  ideolojik tutumların ‘özgürleşmesiyle' sonuçlanabiliyor. Pınar Selek  davası bu sürecin ilginç ve olabildiğince müdanasız bir örneği…
Ortada  bir patlama var. İnsanlar ölmüş, birçok kişi yaralanmış. Birinci soru  bunun niçin yaşandığı. Eğer kaza ile olmuşsa bir ihmal suçundan, bilerek  yapılmışsa kasıttan söz etmek durumundayız. Mısır Çarşısı'nda  gerçekleşen patlamaya ilişkin olarak mahkeme 8 adet bilirkişi raporu  istemiş. Bunlardan sadece biri sebebin bomba olduğunu, diğer yedisi  bunun bir doğalgaz patlaması olduğunu söylüyor. Beklenen şey mahkemenin  bombayı teyit edecek en azından bir bilirkişi raporu daha alması olurdu  ama böyle bir rapor elde edilemiyor. Diğer bir deyişle mahkeme son  derece çürük bir temele dayanarak, patlamanın sebebini ‘bomba' olarak  kabul etmiş oluyor. Ardından gelen ikinci soru, eğer ortada bir bomba  varsa bunun kim tarafından konulduğu. Elde bir itirafçı var ve bombayı  Pınar Selek'le birlikte hazırladıklarını ve yerleştirdiklerini söylüyor.  Ne var ki daha sonra bu itirafın baskı altında alındığını söyleyerek  beyanını reddediyor. Mahkeme bu kişiye inanıyor… O kadar ki kendisini  beraat ettiriyor. Yani aslında bir bombanın hazırlanıp yerleştirildiği  ve Pınar Selek'in bu olayın parçası olduğu savının temelsiz olduğunu  kabul ediyor. Ama aynı mahkeme Pınar Selek'i Mısır Çarşısı'na bomba  koymak ve cinayet işlemekten mahkum ediyor.
Bir suçun var olup  olmadığı bile belirsizken ve suçla ilgili tek delil olabilecek beyan  geçersizken, yargı makamı hem suçun varlığından emin oluyor, hem de  Pınar Selek adlı birinin bu suçu işlediğini söyleyebiliyor. Düşünün ki  baskı altında itirafta bulunan kişi herhangi birinin adını verebilirdi!  Yani bir adam buluyorsunuz, ona bir itirafta bulundurup birinin  suçlanmasını sağlıyorsunuz, bu arada itirafçıyı beraat ettirip suçun  atıldığı kişiyi ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum ediyorsunuz. Bunun  yargı ile, hukuk ile hiçbir ilişkisinin olmadığı açık. Nitekim olayın  serencamı da bunu teyid ediyor: Pınar Selek iki kez beraat etmesine  rağmen bu kararlar Yargıtay'ın ilgili ceza dairesinden dönüyor, bu arada  mahkemenin iki yargıcı değiştiriliyor ve savcı da bir anda daha önceki  muhakemesinin tersine bir görüş sunuyor. Kısacası yargının içinde  belirli bir grup, muhtemelen ideolojik ve kişisel nedenlerle Pınar  Selek'in kamusal alanın dışında kalmasını istiyorlar ve bu mizanseni  uyduruyorlar. Bu kararla birlikte Selek'in hayatını bile tehlikeye  atabilecek açık ve mevcut bir tehlike ile karşı karşıyayız ve yargının  sorumluluğunu göz ardı edemeyiz.
Benzer bir ideolojik kayma polis  içinde de mevcut. Doğalgazın bombaya dönüştürülmesi gibi, polis de  hoşlanmadığı örgütlü itirazların hepsini DHKP-C çuvalının içine  yerleştirmeye fazla teşne gözüküyor. Çağdaş Hukukçular Derneği'nin bu  hedeflerden biri olması, polisin haz etmediği kişilerin savunuculuğunu  yapmasıyla ilintili olabilir mi? Polis marifetiyle savunmasızken ölen  kişiler, işten atılan işçiler, pankart açan öğrenciler hep ÇHD'nin  müvekkilleri. Öne sürülen suç ise ajanlık ve içeriği belli olmayan  birtakım irtibatlar. Ardından sabahın köründe baskın düzenleniyor,  avukatlar tartaklanıp kelepçelenirken bürolarda patlayıcı aranıyor.  Ancak delil olarak öne sürülebilecek tek şey avukatların ‘gizli'  haberleşme imkanlarını sağladığı iddia edilen edevat ve birtakım  yakılmış kağıtlar, yani içeriği bilinmeyen yazılı materyal… Bu orantısız  ‘tedbirin' hukuken anlaşılır kılınması ise pek kolay değil.
Pınar  Selek olayı yargının polisleşmesidir. Görünüşte yargı mekanizması  işliyor, ama arka planda bir polis stratejisi yürütülüyor. ÇHD  avukatlarının tutuklanmasında ise görünüşte bir polis uygulaması var,  ama arka planda sanki çoktan verilmiş bir yargı yatıyor.
Bürokratik  boşluklar yargı ve polis içinde aşırı bir rahatlık ve keyfiliğe neden  olabiliyor. İlgili makamlar kendilerini siyasi aktör olarak görmekle  kalmıyor, hasımlar üretip onlara da siyasi aktör muamelesi yapıyor ve  ‘düşmanın imhasını’ hedefleyebiliyorlar. Vesayet sonrasının bir fetret  dönemine dönüşmesine izin vermemek gerek… 
 
http://www.zaman.com.tr/etyen-mahcupyan/vesayet-sonrasi-fetret-mi_2050155.html