Ali Akay - Radikal - 6 Şubat 2013
Maurice Blanchot bir gün sorumluluğun bir insana karşı kahredici bir sorumluluk olduğunu yazmıştı: “Eğer insan yıkıma uğruyorsa bu bizi yatıştırıcı kılmaz; ama buna göre ve bu harekete rağmen insan hâlâ mahvedilemeyen bir varlık olarak kalırsa o zaman kahredici bir durumla karşı karşıya kalmışız demektir; yani bizim kendimizden kurtulmaya şansımız kalmamış olur; ne de bu kahredici sorumluluğumuzdan kurtulabiliriz.” Bu, bir insana insanca olan bir sorumluluk anlamına gelmemekte. Daha da kuvvetli bir sorumluluk demek, bir insana, oradaki diğer insanlara, tanıdıklara, aşina olduklarımıza, bir yöreye, bir şehre, bir coğrafi alana olan sorumluluk.
Utanç ve sorumluluk
Ama buna da rağmen haksızlığa uğrayanlara karşı duyduğumuz, içimizi ezen ve bizi rahat bırakmayarak her zaman bir şeyler yapmak istencine doğru yönlendiren bir sorumluluk. İnsanca olmayan şeye karşı sorumluluk şu kahredici sorumluluk. Varoluşcu olan insanın kendisine karşı olan sorumlu olmasından çok daha zor bir sorumluluktan söz etmekteydi. Tıpkı Primo Levi’nin temerküz kampları üzerine olan yazılarında gördüğümüz bir şey: Utanç ve sorumluluğun birbirlerine karışması. Diyordu ki: Bir kampta aciz bir şekildeki insanın beklediği tek şey, başka bir insana bir gün rastlayabilmektir. Bu, tek şansımızdır.
Pınar Selek İstanbul ’da oturan bir genç kızdı. Gitmek zorunda kaldı. Bugün hâlâ İstanbullu ve İstanbul’a gelmek için yanıp tutuşan bir kalbi var. Sürgünde yaşamakta ve bir gün ‘Kafkaesk davasının’ bitip de bu sevdiği yere dönmeyi beklediğini ve umduğunu belirtmekte; gazetelerde de bunu okumaktayız. Bir insana rastlamak demek kamplardayken, yaban ellerdeyken, sürgündeyken ve nostalji dolu bir halde ve de hatta hayata karşı hırslı bir şekilde mücadele etmekteyken insanın tanıdığı bir insana, o tanıdığı yerde tekrar rastlamak demek bir mutluluktur.
Halklar bugün her yerde görünürlük içindeler. Her yerde onları görmekteyiz, yürüyüşlerde, başkaldırılarda... Bu demokratik olan bir davanın görünürlüğü müdür? Yoksa temsil edilememenin verdiği bir rahatsızlık mıdır? Tahrir Meydanı’nda Mısırlı genç insanların ayaklanması devam etmekte; genç kızlara taciz edilmekte, iğfal edilmekteler, saldırılara maruz kalmaktalar. Korkunçluklar yaşamaktalar.
Selek’in davası
Pınar Selek bir sosyolog olarak bu maruz kalmakta olan insanlara rastlamaya doğru yola koyuldu araştırma hayatında: Küçük tinerci çocuklardan transseksüellere ve sonra da bir anadil davası veren ve kültürlerini arayan Kürt dünyasının araştırmasına başlamıştı. Yarım kaldı. Tutuklandı. Niçin? Olmayan bir bombanın kurbanları için mi? Başka bir insana rastlamak istedi.
Bugün Pınar Selek’i tanıyanlar, onun şefkatli kalbini bilenler, yardımseverliğini görenler ona rastlamak istiyorlar İstanbul sokaklarında yürürken. Bürokratik hukuk makinesi Pınar Selek’in yüzünü İstanbul sokaklarından silmek istiyor. Onu tanımamamızı istiyor; onu tanınmaz kılmak istiyor. O bakımdan Pınar Selek’i İstanbul’da görmek isteyenlerin lafını kaale almıyor ve dinlemiyor.
Pınar Selek İstanbul’da olmalı ve bu şehrin unutturulan, değişmekte olan yüzündeki sokaklarda ona rastlamalıyız. Buna hakkı olduğunu düşünenler onu eski tanıyanlar.
İstanbul’da, Pınar Selek sosyolojik araştırmalarıyla baş başa ve serbest kalmalı.
http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1120100&CategoryID=99
|
|