“Bu kolu indirdiğimde,” diye açıklar O’Brien, “kafesin kapısı kalkacak. Bu hayvanlar açken kurşun kadar hızlıdır. Sen hiç havada sıçrayan fare gördün mü? Dosdoğru yüzüne atlarlar, delip geçecekler sanırsın. Bazen önce gözlere saldırırlar, bazen de yanaklarından girip dilini yerler.”
Smith korkudan felç olmuş gibiydi. Kendisini nasıl kurtaracak? Ne yapacak?
“Her şey karanlığa gömüldü. Bir anda aklını yitirdi, tek yapabildiği vahşi bir hayvan gibi çığlıklar atmaktı. Ama birden karanlıkta bir ışık belirdi, aklında bir fikir oluştu.”
George Orwel, insanın kendisini kurtarmak, otoriteyle uzlaşmak ve sürüye ait olmak için bir diğerini kurban etmesi gerektiğini nasıl ‘kavradığını’ Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te çarpıcı bir şekilde anlatmayı başarmıştır.
İnsan ancak diğer bir kişinin elbirliğiyle yok edilmesi töreninde yerini almakla; kurbanın etini tatmak, elini kanına bulaştırmakla o topluluğa ait olabilir. Kendini kurtarmanın tek yolu vardır. Kendisiyle farelerin arasına başka birini koymak...
Smith, “Julia’ya yapın, Julia’ya yapın. Bana değil, Julia’ya. Ona ne yaparsanız yapın umurumda değil. Onun yüzünü parçalayın, kemiklerini sıyırın” diye çıldırmış gibi defalarca haykırdı.
Smith kendisini -ya da kendisinden geriye ne kaldıysa onu- kurtardıktan sonra Julia ile son kez karşılaşır.
“Seni ele verdim” dedi Julia, donuk bir sesle.
“Ben de seni...” dedi Smith.
“Bazen,” dedi Julia “seni öyle bir şeyle tehdit ediyorlar ki -dayanamayacağın, aklından bile geçiremediğin bir şeyle- o zaman ‘Bana yapmayın, başkasına yapın, ona yapın, o bunu haketti,' diyorsun. İnsan başka çaresi yok sandığında bunu yapabiliyor. Bunu gerçekten isteyebiliyor; kendisi yerine başkasının başına gelmesini. Ona ne olacağı umrunda bile olmuyor...Tek düşünebildiği kendisi. Ama ondan sonra artık, eskisi gibi hissedemiyorsun.”
“Yok,” dedi Smith “hissedemezsin...”
…
Smith koridorda, güneş altındaymış gibi, arkasında silahlı bir gardiyan ile yürüyordu. Uzun süredir beklenen kurşun beynine giriyordu.
Başını kaldırıp, o koskocaman yüze baktı. Bu kara bıyığın ardında gizlenen gülümseyişi ancak kırk yıl sonra anlayabilmişti. Ah zalim, gereksiz yanlış anlama! Fakat şimdi her şey düzelmiş, savaş sona ermişti. O kazanmıştı. Büyük Birader’i seviyordu...
Orwell, 'Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü yayımlandıktan yedi ay sonra veremden öldü. O öldükten sonra roman 62 dile çevirildi. Yalnız Amerika baskısı 10 milyonu buldu.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört için ”Kitabımda anlattığım toplumun bir gün var olup olmayacağını bilmiyorum ama muhtemel ki gelecek buna benzer bir şey olacak...” demişti.
Eğer 21. yüzyıl Türkiye’sini görseydi öngörülerinin isabeti karşısında dehşete düşer miydi?
İleri teknoloji ve ileri demokrasi ile inceltilmiş iktidar aklının sonuçlarını bizzat yaşamak durumunda kalsaydı?
Pınar Selek’e verilen ceza aslında bir ‘ölüm fermanı’. İdam cezası kaldırılmamış olsaydı hükmü idam olacaktı. Hakimler -biri hariç- kalemlerini kırdı.
Neden?
Çünkü...
Ne Pınar’ın kim olduğunu yeniden anlatmak ne de dava sürecine/çilesine girmek içimden gelmiyor. Eğer bütün bunları bu saatten sonra duymayan/bilmeyen varsa onlara rahatlıkla “çünkü sizin yüzünüzden” diyebilirim.
Av. Akın Atalay Salı günü T24’de yayımlanan “60 dakikada 46 sayfalık gerekçeli karar” başlıklı yazısında şöyle diyor:
“Pınar Selek hakkındaki ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası, mahkemeye Yargıtay’ın bozma kararından sonra atanmış iki yeni üye hakimin oyuyla verilmiş oldu. Önceki yazıda değinildiği gibi gerek Pınar’la, gerek diğer sanıklarla, gerek davada dinlenen tanıklarla hiç yüz yüze gelmemiş, onları dinlememiş, davadaki delillerle doğrudan doğruya temas etmemiş, delillerin tartışılması huzurunda olmamış iki yeni yargıç, davayı başından beri yürüten mahkeme başkanından farklı olarak, davanın konusu olan maddi olayı dosyadaki belgeler üzerinden çözmüşler ve vicdani kanaatlerine göre karar vermişlerdi.
Bakın, şimdi hiç yorumsuz olarak kanundaki düzenlemeyi buraya aynen koyuyorum:
CMK madde 217 : “Hâkim, kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve huzurunda tartışılmış delillere dayandırabilir.”
Soru şu: Acaba kararın altında imzası olan iki yeni üye hakim, huzurlarında tartışılmış hiçbir delil olmadığına göre, kararlarını neye dayandıracaklar?”
Bu duruma ‘hukuksal’ bir hata/karar/tercih ya da işgüzarlık deyip geçebilir miyiz?
Öncelikle ‘hukuksal’ diyebilmek için bir hukuka, hukuk içinse en temel anlamda bir konsensüse; birarada yaşamanın asgari tanımına sahip olmak gerekmiyor mu?
Hukuğa ihtiyacımız olduğunda; huzurumuz bozulduğunda, güvenliğimiz tehdit edildiğinde, haklarımız yağmalandığında kime gideceğiz; kendi varlık nedenleri olan en basit kuralları dahi alenen ihlal edenlere mi?
Aynı gün Başbakan Erdoğan, grup toplantısında ÇHD üyesi avukatların tutuklanmalarına ilişkin eleştiriler hakkında konuştu:
“… Kim bunlar? İşini iyi bilen avukatlar. Dışarda da bazı avukatlar o avukatlarla ilgili 'Onlara müdahale edilemez' diyor. Hadi canım sende… Nasıl edilemez. Onlar teröre yandaşlık yapılıyorsa bal gibi de edilir. Avukat hakkı savunacak, terörizmi değil. Hak hukuk neyse o önemli.”
Başbakan konuştukça insan gülsün mü, ağlasın mı bilemiyor.
Ben, kendisini her dinlediğimde aynı ikilemi yaşasam da, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı hiç şüphesiz son derece ciddi.
“Tiranın halkı için en büyük duası, topunun aklının kıt olmasıdır,” demiş Voltaire.
Şimdi biz de kıt aklımızla soralım:
Kim bunlar?
Bizim ‘hak, hukuk, adalet’ dediğimiz şeylerin ne olduğunu bizden çok daha iyi kavrayabilecek insanlar. Okulunu okumuşlar. Tedrisattan geçmişler. Hukuk eğitimi almışlar. Konularında uzman olmuşlar.
Yani, ‘işini iyi bilen’ hakimler.
Peki, işleri ne?
Hukuğun vermediği yetkiye dayanarak, insanları mahkûm etmek mi?
İnsanlar üzerinde ‘hakim’iyet kurup, boyun eğmeyenleri açık ya da sembolik işkence ve infazlarla kurban etmek mi?
Bir baskı ve zorbalık rejiminin ‘hukuk’ kisvesi altında sunulmasına aracılık etmek mi?
İşlerinin ne olduğunu tam olarak kavrayamasam da verilen kararın bana göre iki işlevi var; birincisi, düşman görülen şey her ne ise ondan kurtulmayı sağlamak, ikincisi otoriteyi sürdürmek için ne gerekiyorsa onu güçlendirmek.
Çünkü hiçbir kanun, hükmü verenin niyetinden daha güçlü değildir.
Bağımsızlık Bildirisi’nde özgürlüğün ‘vazgeçilmez bir insan hakkı’ olduğu ifadesi Amerikalıların siyahları prangaya vurmasını engellememişti.
Yaşadığımız ülkede, insan haklarının muktedirler tarafından ihlali ‘hukuksuzluk’ kapsamına girmiyor. İktidara ve onu temsil eden otoritelerin icraatlarına bakınca, adaletin ‘herkes için adalet’ olmadığını; kişiye özel hukuk kurallarının geçerli olduğunu görüyoruz sıklıkla. Çünkü devlete ters düşen bir birey daha en başında tüm haklarını kaybetmeyi ‘hak etmiş’ oluyor.
Modern insan, görünürde yamyamlıktan vazgeçeli çok oldu ama “insan ancak diğer bir kişinin elbirliğiyle yok edilmesi töreninde yerini almakla; kurbanın etini tatmak, elini kanına bulaştırmakla o topluluğa ait olabilir,” kuralı hâlâ geçerli.
Günümüzde topluca iştirak edilen her infaz, kurbanın ‘hayatının’ yağmalandığı ve paylaşıldığı bir tören halini alıyor.
Kendi hayatımıza anlam kazandırabilmek için birilerinin hayatını yağmalama arzumuz hiç geçmedi. Ritüel daha örtük ve sembolik bir hal aldığı için maddi sınırlar kalktı. Can almakla ruhun öldürülmesi birbirinden ayrıldı, böylece ‘insan hayatına kastetme yasağı’nın kısıtladığı yamyamlık geleneği sembolik bir zemin bulmuş oldu.
Son tahlilde, insanları birey olarak değil, sürünün bir parçası olarak gören ve ‘tehlikeli’ bulduğu bazı insani özelikleri ortadan kaldırmak için canla başla mücadele eden iktidar, asıl gücünü birilerini kolaylıkla kurban edebilmesinden değil, bu kurbanların ibreti alem için seçildiğini açıkça teşhir edebilmesinden alıyor.
İnsanın ahlak anlayışında yamyamlığı reddetmesi nasıl bir aşama olarak görülüyorsa, günah keçisinin kurban edilmesine itiraz etmesi de -yolu toplumun ve kendisinin bu olaydaki sorumluluğunu fark etmekten geçen herkes için- ahlaki gelişimde önemli bir eşiktir.
Frazer “İlkel insanlar genellikle cesaret, erdem ve başka birtakım özellikler aşıladığına inandığı için birini öldürüp etini yer ve kanını içerlerdi” diyor.
Pınar Selek için kalemlerini kıranlar ile ilgili tek söyleyebileceğim, keşke onların da en azından bu tür ‘ilkel’ nedenleri olsaydı; zira gözden çıkardıkları kurbanın kanı hayal bile edemeyecekleri kadar erdem ve cesaret taşıyordu.
http://t24.com.tr/yazi/savas-baristir-ozgurluk-tutsakliktir-bilgisizlik-guctur/6189