Bir gün Kadıköy-Taksim dolmuşunda yanımdaki anne ile 3-4 yaşlarındaki küçük kızın konuşmasını dinliyordum. Anne meraklı çocuğun ardı arkası kesilmeyen sorularını saygıyla, sabırla cevaplıyor, çocuksa soruyor, soruyordu. Derken konu akrabalardan bir abiye geldi. Annenin anlattığına göre, abi bir yaramazlık yapmış, polis amcalar da uslanması için onu alıp götürmüştü. Çocuk abinin yaramazlık yapmasını anlıyordu anlamasına ama polislerin onu uslandırmak için götürmüş olmasına bir türlü anlam veremiyor, annenin yaramazlık ile uslandırma, uslandırma ile polis arasında kurduğu ısrarlı neden-sonuç ilişkisini yeterli bulamıyor, her açıklama sonunda daha da yükselen bir sesle soruyordu: “Ama neden! Abisini niye, nereye götürüyorlardı işte!” Belli ki küçücük çocuğun zihnindeki polis imgesi o kadar da müşfik bir amcaya karşılık gelemiyordu; en doğal “neden” sorusunun cevapsızlık duvarına çarpıp geri döndüğü bu öfke yaratan durumun görünürdeki müsebbipleriydi onlar. Kendimi annenin yerine koydum, üzüldüm; çocuğun anlamaya çalıştığı dünyada “güvenlikle” yaşamasının neden sorularından uzaklarda, kör ve sağır duvarlar arasında mümkün olduğunu seziyor olmalıydı; büyümüş biri olarak hâkim duygusu korkuydu. Kendimi çocuğun yerine koydum, gene üzüldüm, kim bilir daha kaç kere nedensiz kalıp sinirlenecek, yıpranacaktı diye, ama bir umut da yayıldı içime, inatla anlamaya çalışan haklı öfkesinden; onun dünyası nedensel izahlar içermeyen kör ve sağır bir dünya olamazdı. Çocuğun hâkim duygusu meraktı; varlığı bilginin genişliğine açan ve birleştiren o duvar tanımaz masumiyet.
Nedenlerin sorgulanamadığı bir dünyada, hele bunun süreğen darbe koşullarıyla zoraki belletildiği bir ülkede büyümek demek, derinlerde korkular büyütmek demektir. İnsanlar büyür, korkuları büyüdükçe “büyük gibi” davranmayı öğrenir, onları sözümona yetişkin kılan hazır kipliklere tutunurlar. En bildik şekillerde iş, eş, statü, mülk, çocuk, vs. sahibi olmaya yönelirler; “sahip” oldukça korkularıyla birlikte daha da büyür, kırılganlaşır, yaşlanırlar. Korkuyla büyümek demek, meraksızlaşmak, kendinin ve başkalarının varoluşuna duyarsızlaşmak, sığınılan özel alan içinde hatları iyice belirgin bir yaşam tarzına ve dar bir ilişkisel çerçeveye sıkışmak, kamusal alandaki her deneyimi, her bilgiyi kendi hayatından dıştalamak, yalnızlaşmak demektir. Demek ki korkuyla büyüyen insan aslında korktukça küçülmekte, yaşıyorum derken daralarak ölmektir.
Kimse korktuğu için ilk elden suçlanamaz elbette; cezalandırma/öldürme hakkını münhasıran elinde tutan egemen devlet karşısında sıradan, hele hele sözde vatandaş için korkunun haklı ve mantıklı gerekçeleri vardır. Bu ülkede büyüyüp de yanından polis otosu geçtiğinde içinde korku kıpırtıları duymayan var mıdır? Herhangi bir devlet kurumunun kapısından girip de, orada kösteklenen çocuk muamelesi görmeyeceğinden emin biri? Politikayla hakikat ilişkisi kurup da –şayet henüz yaşamadıysa— kendini bir nevi hazırlık kabilinden işkencede hayal etmemiş biri? Azıcık etrafına bakıp da, bugün insanların en çok devletten korktuğunu görmeyen biri var mıdır? Ya da ne bileyim: Memleketin uzayıp giden adaletsiz siyasi davalarını bilip de Kafka’nın dünyasını hâlen bir edebiyatseverin tatlı huzuru içinde okuyabilmek mümkün müdür? Böyle birileri de vardır mutlaka; sıcak yuvalarının kalın perdelerini sıkı sıkıya kapatmış, içlerinde tarifsiz bir sıkıntı duymaktadırlar muhtemelen ama konu bu değil.
Dünyada sayısız söz erbabı vardır ki, totalitarizme meyilli devletlerin ve korkuyla dize getirmeye hamlettikleri iktidar ağlarıyla kaplı toplumların vicdan sahibi bireyi nasıl kıstırıp, düşünce, ifade ve eylem özgürlüğünü nasıl bastırdığını anlatmadan edememiştir. James Joyce
Portre’de sanatçı adayı Stephen’ın ağzından şöyle der: “Bu ülkede bir insanın ruhu doğunca uçmasını önlemek için ağlar atıyorlar üstüne” ve devam eder, “İrlanda kendi yavrularını yiyen o kocamış dişi domuzdur.”
[1] Genç Stephen’ın bu sözleri ömrünün sonuna yaklaşmış Tanpınar’ın memleketine şu feryadında yankılanır: “Türkiye beni yedin! Belki onun için senden istediğim gibi bahsetmiyorum. İstemem gerektiği gibi.”
[2] Bu memlekette bilgi istencini hakikat arzusuyla birleştirmiş kişilerin, yani “fazla merak edenlerin” başına gelebilecekleri herkes bilir. Adını duyduğumuz, duymadığımız bu kişilerin birçoğu, ne yazık ki, şimdi aramızda değil. Her biri, toplumun üyeleri olarak ya içimizdeki korkuyu ve güvenlikli daralma tutkusunu kabartan cinayetlere; davalar, hapishaneler, işkenceler ve sürgünlerin eşlik ettiği ibretlik yıldırmalara kurban gitti ya da Tanpınar gibi nice örnekte olduğu gibi, maişet derdiyle geçen hayatları, küskün içe kapanmalarla, “tahammur” ve boşunalık hisleriyle noktalandı. Ama neyse ki, bu örneklerde bile ölüm ve yıldırma galip gelmedi, üstelik hâlâ aramızda olanlar var; üstlerine atılan tüm ağlara rağmen kapanmayı reddederek üretmeye, hakikati dillendirmeye, şimdi ve gelecek için umut ve cesaret yaymaya devam eden, hayatın her alanında yer tutmuş insanlar var. Bunlardan biri de Pınar Selek. Selek on dört yılı aşkın süredir Türkiye’de devlet korkusunun, kaynağı sözümona bilinemeyen o görünmez pençenin hepimizin bilincinde/bilinçdışında yer etmiş sembolik ve ibretlik nesnesi kılınmaya çalışılıyor. Bir devletin, şayet öldürmediyse, insanın başına neler getirebileceğinin, onu adalet madalet dinlemeden nasıl kriminalize edebileceğinin canlı örneği yapılmaya çalışılıyor bugün bu ülkede Selek ve onun gibi binlerce insan: Hepimizi daha da korkutmak, sindirmek, içeride dışarıda kör bir hayata kapatmak için. Nedeni belli: Bu korkunun kaynağının hiç de bilinemez ve gizemli olmadığını türlü etkinlikleriyle açık etmeye, yani iktidar mekanizmalarının resmini çekerek “ortada korkulacak bir şey olmadığını” göstermeye azmetmeleri. Vicdanının sesini toplumsal ve politik sorumlulukla birleştirmiş bağımsız ve aktif öznenin gücünü hatırlatmaları. Yani nesneliğe değil özneliğe, pasifliğe değil aktifliğe, olumsuzlayıcı olana değil olumlayıcı olana, kısacası bir hayatın devlet tarafından nasıl sönümlenebileceğine değil, politik varoluşunun farkındaki birey tarafından nasıl kurulabileceğine dikkat çekmeleri. Çünkü burada korkunun kaynağını açık eden, hatta korkuların da korkutulabileceğini gösteren bir şey var.
Pınar Selek üzerine ya da onun hakkında değil, o ve onun gibi bağımsız öznelerin politik tavrından “hareketle” düşünüp eylemek bu yüzden önemli. Selek’in kendisinin ve yakınlarının da her fırsatta vurguladığı gibi, onun içine sıkıştırılmaya çalışıldığı bu durum yaşadığımız topraklarda sayısız insanın hayatına ve geleceğine gölge düşüren köklü anti-demokrasi geleneğinden ve onu besleyen iktidar mekanizmalarından kaynaklanıyor. Dolayısıyla Selek davası adaletle sonuçlanacak olsa bile Türkiye’deki bu yapısallaşmış durumun aşılması için önümüzde uzun bir demokrasi mücadelesi süreci olduğunu, Selek’in de hep söylediği gibi, hatırda tutmak gerekiyor. Kapitalist toplumun iktidar ağlarıyla örülü çok çeşitli kompartımanlarında maddi, bilgisel ve söylemsel üretim aygıtları içinde yer tutan bizlerin öyle fazla uzağa giderek değil, tam da bulunduğumuz yerden bu mücadeleye nasıl dahil olacağımızın bilgisini taşıdığı için önemli Pınar Selek gibi özneler. Dahası bilginin bedensiz bir zihinle değil, ellerle, kollarla ve ayaklarla da ilgili olduğunu, en önemlisi üretilebilir ve paylaşılabilir olduğunu gösterdikleri için.
Dolmuşta rastladığım o meraklı çocuk için ve bütün çocuklar için nasıl bir memleket, nasıl bir dünya istiyoruz? Korku mu galebe çalacak yoksa bilme istenci mi? Bilgi mutsuz zihinlerde ya da Şatoların kapalı kapıları ardında kilitli kalıp korku saçmaya devam mı edecek yoksa bütün bilinebilirliğiyle çocuklara aydınlık mı?
Selek bizden içtenlikle yardım istiyor memleketine dönmek için. İnsan yakınlarından yardım ister; hepimize yakın olduğumuzu hatırlatan bu sıcak çağrıya kulak verelim ve birbirimizin yakınları olarak 13 Aralık’ta o mahkemenin önünde olalım.
[1] James Joyce,
Sanatçının bir Genç Adam Olarak Portresi, çev. Murat Belge, İstanbul: İletişim, 1994, s. 219-20.