İnsanlık tarihinde beş yüz yıldan fazla hüküm süren engizisyoncular, kalpleri nefret, kafaları safsatalarla dolu, ‘kafir’ addettiklerine olmadık işkenceler yapan karanlık adamlardı.
Pınar’ın on dört yıldır yaşadıklarını hatırlayalım. Ne değişti?
“… İşkencenin en büyüğü, istediklerini yapmazsam, sokak çocuklarını ve travestileri alıp işkence yapacakları ve onları medyada teşhir edecekleri tehdidi oldu. Ben de bir an önce ellerinden kurtulup sağlıklı koşullarda mücadelemi vermek için, özellikle benim çevremde olan hiç kimsenin zarar görmemesi için, sadece benim aleyhime olan, araştırma yaptığım insanlara yardım ettiğimi iddia eden ama saçmalığı aşikâr olduğu için açığa çıkacağını çok iyi bildiğim bir ifadeyi imzaladım. Cezaevine getirilişimi, savcılığa çıkarılışımı hayal meyal hatırlıyorum. Ama ‘şunların elinden kurtulayım’ duygusu hâlâ hatırımda.”
Mahkemeler aynı, yargılama yöntemleri aynı, infazlar aynı…
Cadı avının toplumsal ahlak mekanizmaları içindeki yeri ne? Nasıl bir toplumsal ihtiyacı karşılıyor? Kendi hayatımıza anlam kazandırmak için birilerinin hayatını yağmalama arzumuzu mu? Sosyal inançlarımızı tehdit eden, bizi huzursuz eden ‘öteki’ne bakışımız ve onu yok etme çabamızdan ziyade, aynı zamanda paradoksal bir biçimde ona ihtiyaç duymamız, bu yüzden onu yaratmamız, kötülüğü ona yakıştırmamız ve böylece kendi iyiliğimizi doğrulamamızı mı?
Jerzy Kosinski, insanlık tarihinin bu kanlı ritüelini ‘Boyalı Kuş’da ustalıkla sergiler.
Boyalı Kuş feda edilen ‘öteki’dir, damgalanan, baskı altına alınan, ‘lanetlenen’ cadıdır. Yabancının, günah keçisinin, ötekinin simgesidir. Sürünün üyelerinden biri diğerlerine benzemiyorsa gruptan atılır, sürülür ve yok edilir. Ayırmanın, dışlamanın ve günah keçisi imalatının en köklü stratejisidir bu. En dehşetli cadı avıdır. İnsan ötekini tümüyle yalnız bırakmak için farklılıklar arar, bulur, yaratır ve atfeder. Böylece ‘normal insan’ hem umutsuzluğunun, hayal kırıklığının, kızgınlığının acısını çıkartacak güvenli bir yol bulur, hem de kendine bir pay çıkarır.
Bireyden istenen, her şeyden önce uyumluluktur, çünkü kendi yolundan gitmek demek, toplumu çiğnemek demektir.
Devlet istediği zaman ‘zararlı’ gördüğü bireyine ‘alçaltıcı ve kabul edilemez’ bir toplumsal rolü yükleyiverir; vatan hainliği ya da teröristlik gibi toplumsal rolü dayatacak yetkisi her zaman vardır ve bu yetki sınırsızdır.
Öyle ya, bu gerçekle tekrar tekrar yüzleşmezsek, bütün bunlara tanıklık etmezsek kimin güçlü olduğunu nereden anlayacağız? Haddimizi ve sınırlarımızı nasıl bileceğiz?
Bir yanda her fırsatta bize kim ve ne olduğumuzu hatırlatan güçlü kuvvetli devlet babamız var.
Öte yanda kendisine yaşatılan her şeye rağmen gözleri ışıl ışıl bir kadın. Bir şekilde ona dokunan herkesin, kadınların, sokak çocuklarının, Romanların, marjinallerin, eşcinsellerin ve bütün o ötekilerin aşkla sevdiği naif, dünya tatlısı kadın.
Hayatın acımasız gerçeklikleri içinde ‘tutunamayan’ tüm o çocukların Pınar’ın yolunu nasıl gözlediğine, Türkiye’ye gelebildiği o kısa aralıklarda, Pınar’ın eteklerine, annesinin eteğine yapışan çocuk misali nasıl tutunduklarına benimle birlikte tanıklık etmiş olsanız, gözlerindeki hiçbir zulmün söndüremeyeceği o ışıltının kaynağını anlardınız.
Pınar, bundan tam on dört yıl önce gencecik bir kadınken masalsı bir dünya hayal ediyor. Yalnızca hayal etmekle de kalmıyor, toplumun yok saydığı tüm o çocukları gördüğü düşe ortak ederek onları umut dolu bir geleceğe davet ediyor. Ve bu düşü hep birlikte hayata geçirmeye cesaret ediyorlar.
Sokak Sanatçıları Atölyesi, böyle kuruluyor. Ama işte yaşayamıyor, çünkü izin vermiyorlar.
Kendinden farklı olana düşmanlık beslemenin ‘normal’ kabul edildiği bir toplumda bunu yapmaya yanaşmayan genç bir kadın. Sokak çocuklarıyla, yoksullarla, eşcinsellerle, her türden kimliksiz bireylerle, marjinal topluluklarla haşır neşir olan ve bunu hiç sakınmadan yapan, aynı zamanda yazıp çizen bir kadın. Hangi cüretle buna cesaret edebiliyor?
Toplumun belirlediği rollerin dışına çıkmak. Çizgiyi ihlal etmek. Toplumsal bir rolden sapma göstererek baskın çoğunluğun, ‘zararlı’ yaratıklar olarak bir kenara ayırdığı bireylerle bu kadar yakın temas kurmak ve onlarla ortak bir yaşamı paylaşmak.
Pınar, topluma karşı işlediği bu ağır günahının ve dik başlılığının bedelini tam on dört yıldır ödüyor.
Asli görevi toplumu uyum içinde bir arada tutmak olan devletimiz bu tür aşırılıkları elbette hoş karşılamıyor ve Pınar’ın hayatını da, büyük umutlarla kurulan Sokak Sanatçıları Atölyesi’ni de darmadağın ediyor.
Onlardan biri Pınar’ı cezaevindeyken ziyaret ettiğinde, birlikte kurdukları atölyenin dağılmasının ardından şunları söylüyor:
“Bir düş ancak bu kadar sürer. Bizimki uzun sürdü. Hep, bir şeyler olacak diyordum. Hayat bu kadar iyi gidemez, diyordum. Ama böylesini tahmin etmedim. Ben çok şey yaşadım, her şeye alıştım sanıyordum ama bu olay kadar beni etkileyen başka bir şey hatırlamıyorum. En temiz şeyimizi kirlettiler. Sanki bebeğimizi öldürdüler. Ne korkunç bir hayat! Sen iyi bir şey de yapsan, kirletiyorlar. Kaçamıyorsun, kurtulamıyorsun. Çok korktum...”
Bu dava Pınar’ı değil, hepimizi tehdit ediyor. Hepimizin içindeki en sıcak umudu, en aydınlık gülüşü, en sevecen yanımızı, göz bebeğimizi, yaşama sevincimizi, geleceğimizi tehdit ediyor.
Farkında mısınız?
http://www.amargidergi.com/node/89