Pınar Selek
Bir Umut Masalı: Yol Geçen Hanı

Bir Umut Masalı: Yol Geçen Hanı

BirGün Kitap, 21 Mayıs 2011


Pınar Selek’in ilk romanı Yol Geçen Hanı geçtiğimiz ay raflardaki yerini aldı. Kısa sürede ilk baskısı tükenen kitabı elime aldığımda ilk roman arazlarını görmezden gelmem gerektiğini düşündüğümü itiraf etmeliyim. Lakin bir süre sonra kitabın samimiyetine öyle bir kapıldım ki kitaba başlamadan önceki düşüncelerimden utandım. Kitapla mesafemi yitirdiğimi hissettiğim anda Pınar Selek ile söyleşi yapmayı düşündüm. Yazarını kıskanan bir kitapla ancak yaratıcısı başa çıkabilir diye düşünerek sorularımı yönelttim Pınar’a. O da kitabı kadar samimi cevaplar verdi.

Roman yazma fikri nasıl oluştu?
Roman yazmak, benim çocukluk hayalimdi. Sadece roman değil, edebiyatın dili, ruhumu ve varlığımı hep daha çok ifade etti. Hep şiir ve öykü yazardım. İlk romanımı da 12 ya da 13 yaşlarında yazdım. Adı da çok komik: “Menekşe Gözler”. Hala kardeşimle, gülmek istediğimizde onu alır, okuruz birlikte... Hikâyeyle devam ettim sonra. Hatta Varlık Dergisi’nin açtığı yarışmada dereceye de girdim. Derken araya dünya kadar sorular girdi. 12 Eylül sonrasının ve dünyada olan olağanüstü değişimin soruları. Özgürlük nasıl mümkün olacak? Özgürlük ne demek? Bunun mücadelesi nasıl verilir? Toplumu, insanı, uygarlığı anlamak derdine düştüm yani. Sosyolojiye böyle başladım. Sonra kavramların içinden konuştum uzun zaman. Ama içimde hep aynı aşk vardı. Vapurlarda çantamdan çıkardığım defterime çiziktirdiğim aşk.
İki sene önce Almanya’ya geldiğimde, içimde patlayan sınırsız acıyla rahmime düştü Yol Geçen Hanı. Tutkuyla, acıyla, heyecanla ve garip bir mutlulukla yazdım. Yazdıkça tutuldum, yazdıkça güçlendim, kendimi sağılttım. Sorularına yanıt vermiş miydin, diyeceksin. Hayır, ama artık dünyayı anlamak konusunda daha rahatım. Anladım demiyorum ama daha rahat sorular soruyorum, baktığım yerden görebildiğim şeylerin bağlantısını daha rahat kuruyorum. Anlama yolculuğu hiç bitmeyecek ama artık dünya benim için muamma değil, sürekli keşfedilecek bir derya. Teknem var, yelkenlimi nasıl kullanacağımı, iskotayı nasıl tutacağımı, dümeni ne zaman ne kadar çevireceğimi biliyorum. Yani daha rahat yolculuk ediyorum....

Bir sosyal bilimci olarak roman yazarken bir tedirginlik yaşadın mı? Bunu şunun için soruyorum: Edebiyat dünyası tarafından başka alandan gelmiş olman ya da başka sorunlar nedeniyle kabul edilmeme gibi bir durumla karşılaşacağını düşündün mü? Ya da “politik” kimliğinin romanının önüne geçebileceği endişesini yaşadın mı?
Neden düşüneyim ki? Hiç bir zaman kompartmanda hissetmedim kendimi. Bir alana gömülmeyi hep reddettim. Ne akademiye gömüldüm ne masal yazıcılığa ne aktivizme... Rönesans sanatçılarına, bilim insanlarına hep özenirdim. Bilirsin, hem şairler hem matematikçi hem filozof.... Çünkü dünyayı anlamanın, anlatmanın çeşitli biçimleri var. Kavramlar, terimler, imgeler... Herbiri başka birşeyi gösteriyor, diğerinin açamayacağı bir yol açıyor... Ben hiçbirinden vazgeçmeyeceğim. Diller arasında dans etmek istiyorum. Dans ederek yaşamak, dans ederek anlamak, dans ederek konuşmak....

Tüm ana karakterlerin ya öksüz ya yetim: Elif, Hasan, Sema, Salih. 80 sonrası kuşağın ceberrut bir ebeveyn ile baş başa kaldığı gibi bir sonuç çıkarabilir miyiz bu tercihten?
Olabilir. Bu ceberrut ilişki ağından kurtulanlar birbirlerini bulunca mucizeler de olabiliyor, onu göstermek istedim. Kimsesizliğin açtığı kapıları belki... Yeni varoluş biçimlerini. Ama sadece “devlet baba” üzerinden düşünmek gerekmiyor. Geleneksel bağların açık verdiği, zayıfladığı, insanı zapt u rapt altına alamadığı boşluklara baktım. Bu boşluklarda nelerin yeşerebileceğine.... Ben bu filizlerin orman olmasını hayal ediyorum. Başka sosyal ilişki biçimleri, dayanışma ağları mümkün. Bunu biliyor, yaşıyorum üstelik.

Romanın tanıtımlarında hep 80 sonrası döneme vurgu var. Oysa roman neredeyse Cumhuriyet Tarihi’nin tüm günahlarıyla yüzleşiyor gibi: Ermeni tehciri, 6-7 Eylül olayları, Kürtlerin yaşadığı dışlanma ve zulümler… Romanı aşağıdan tarih okuması olarak adlandırır mıydın?
Sevindim böyle okuduğuna. Hiç bir acıyı bir diğerinden ayırmak mümkün değil zaten, öyle değil mi? Kalabalık içinden bir insanın hayatına kulak verirsek, onda bir toplumu, ortak yaşanan tarihi çözümlemek çok mümkün. Çünkü yaşanan tüm toplumsal olaylar, hesaplaşılmamış acılar yok olmuyor, birbiriyle kesişiyor ve çok içerden eklemleniyor. İnsan, toplumsal hiyararşinin neresinde olduğuna bağlı olarak, bu eklemli ilişkilerden etkileniyor. Ama maalesef, bu tarih, bizim gerçekliğimize dönüşüyor ve bizi farketmedeğimiz ölçüde esir alıyor. Arayışlarımızı, gelecek kurgularımızı sınırlıyor. Romanda tanıştığımız insanlar da bu sınırları kırmaya çalışırken tanışıyorlar. Ayrı ayrı sınırları kırarken buluşuyorlar. Arada derede yani. Belki boşlukta... Bence arada olmak, boşlukta olmak yeni yollar bulmayı ya da yaratmayı mümkün kılan bir zemin. Yani tarihten ibaret olmadığınız, onu anladığınız ölçüde onun dışına çıkabildiğiniz bir zemin.

Romanda yaşanan tüm acılara rağmen, umudun hep diri kaldığını görüyoruz. Özellikle 80 sonrasına dair yazılan romanlarda ya bir çeşit günah çıkarma ya da o döneme dair kahramanlık hikâyeleri anlatılır. Oysa sen o dönem yaşananları doğrudan anlatmayı ve o dönemi yargılamak yerine anlamaya çalışmayı seçmişsin. Bunun hakkında ne düşünüyorsun?
Güzel söyledin, ben daha ne diyeyim? O süreci yeteri kadar anlayabildim mi, anlatabildim mi bilmiyorum ama o deprem sadece kahramanlıklardan ve günahlardan ibaret değildi. Bu sayede çok kısa bir süre sonra dirildi yeni kuşak ve yeni arayışlar... Türkiye tarihi, tüm acılarına rağmen, geleceğe umutlu bakmak için çok fazla deneyime sahip. Bugünkü tartışma düzeyimiz, sorgulamalarımız, yarattığımız yaşam deneyimleri beni umutlu kılıyor.

Bir söyleşinde romanın için bir arayış romanı demişsin. Tüm arayışlar nihayetleniyor gibi romanın sonunda. Sence kahramanların hala bir şeyleri arıyor mudur?
Gerçekten arayışların sonlandığını mı hissettin sen? Ben öyle yaşamadım yazarken. Sonrasında, öyle okumadım. Arayış hep kayboluş ve kaçış değildir çünkü. İlk başta sınırlardan, zorunluluklardan kaçıp bilinmeze atılabilir insanlar. Sonra kendi yollarını yaratabilirler. Tarihsel zorunluluk dediğimiz determinizmin dışına çıkabilirler. Romandaki pek çok insan da böyle yapıyor. Bu gücü bulabilmeleri beni çok sevindirdi... İnan, ben zorlamadım hiçbirini. Sürekli şaşırttılar beni. Yaptılar ve kendi yollarını, yapabildikleri oranda çizdiler. Ama arayışları bitmedi... Sadece dümeni ellerine aldılar, rüzgarı okumayı öğrendiler. Sence böyle okunamaz mı Yol Geçen Hanı?

Muhakkak ki okunabilir. Diğer taraftan karakterlerin çoğu bir şeyler bekliyor. Yol Geçen Hanı’na bir bekleyiş romanı da diyebilir miyiz?
Beklemek, evet. Hepimiz beklemiyor muyuz birşeyler? Ama bekleyişler birbirinden çok farklı oluyor kimi zaman. Romanda bir kaç türlü bekleyiş var. Bazen arayışı durduran bir bekleyiş içine giriyor insanlar, sonra harekete geçiyorlar. Mahalleyi bekleyenler, yapacak birşey olmadığı için bekleyenler var. Bekleyip de seyredenler....
Ben en çok aşkını, sevdiğini bekleyenlere tutuldum Yol Geçen Hanı’nda. Hatta onlarınki beklemek de değil, başka türlü yapamamak, olmak... Belki de bu yüzden yazarken, böyle çok bağlandım bu romana. İçinde yüzerken tanıştığım insanlara tutuldum belki. Onların sevme kapasitesine, bütün acılara, muğlaklıklara rağmen sevebilmelerine... Sabırlarına, diyeceğim ama tam sabır da değil. Hani eninde sonunda döneceğini bilirsen, sabırla beklersin. Ama çoğu için bu dönüşün olması imkânsız. Yine de bekliyorlar. Beklemek de değil belki, sevgileriyle yaşıyorlar. Sevgileri, varoluşlarının bir parçası haline geliyor. Kolay tükenmiyor.

Kitabı okurken zaman zaman toplumsal gerçekçilerin yarattığı bir hava hissettim. Kimi zamansa bir masaldaymış hissi uyandırdı bende. Romanını hangi tarza yakın buluyorsunuz?
Bilmem. Pek çok arkadaşım da benzer şeyleri söyledi. Bu sevindiriyor beni. Çünkü hayatı tek bir dille, tek bir tarzla anlatmak istemem. Çok dilli, çok ifadeli, çok tarzlı olsun, daha iyi.


Bu soruyu sormazsam incilerim dökülür: Ufukta yeni projeler var mı?
Var. Olmaz mı? Şimdi biraz zaman alacak bir çalışma yürütüyorum. Türkiye’deki etnisite, cinsellik ve cinsiyet temelli toplumsal hareketlere dair sorularımı yanıtlamaya çalıyorum. Kurtuluş ve özgürlük arasındaki karmaşık ilişkiyi analiz etmek, buradan da politikanın anlamına ve neliğine dair tartışmalara katkı sunmak niyetindeyim.
Yeni bir roman var mı ufukta diye soruyorsan, sadece doldurduğum defterler var. Ama henüz kimse girmedi hayatıma. Bekliyorum, gelsinler.... Aslında hemen gelmelerini istemiyorum. Yol Geçen Hanı’yla çok tutkulu bir ilişkimiz oldu. Önce bir nefes alayım, etkisinden kurtulayım, sonra olur...

Kıskanç bir sevgili gibi demişsin bir söyleşinde kitap için. Artık herkesin kendinde bir şey bulduğu bir roman oldu Yol Geçen Hanı. Tatlı bir burukluk yaşadın mı bu ayrılık sonrası? Ya da şöyle sorayım: Rollerin değişmesi gibi bir durum söz konusu mu?
Evet, artık daha rahatız. Hanımızın kapısı açık. Gireni kucaklıyoruz. Hiç kimse gitmesin istiyoruz. Gidenler yine gelsin...


PINAR SELEK, Yol Geçen Hanı, İletişim Yayınları, 2011.
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Mahkeme Süreci Court Process