Pınar Selek
Akademi

Türkiye’de akademik özgürlüğün önündeki en temel engelin YÖK olduğu söylenir. Şüphesiz, darbe anayasasının ürünü olan bu kurumun, gerek gayrimeşru varlık sebebi gerekse donatıldığı olağanüstü yetkilerle üniversitelerin üzerinde kurduğu tahakküm nedeniyle, akademik özgürlük ile bağdaşır tarafı yok. Öte yandan, Türkiye’de akademik özgürlüğün yokluğunun vebalini sadece YÖK’e yüklemek, oldukça kolaycı ve risksiz bir yaklaşım. Bugün yapılması daha önemli ve elzem olan, akademik özgürlüğün önünde bir engel olarak akademinin kendisine bakmak olacaktır. Acaba, yöneticileri ve öğretim üyeleriyle Türkiye akademisi, akademik özgürlüğün gereklerine ne derece riayet ediyor?
Gündemimizi Ortadoğu’daki demokratikleşme hareketlerinin meşgul ettiği bugünlerde, hak ettiği ilgiyi görmeyen bir tartışma yaşandı Radikal II’nin sayfalarında. Mesut Yeğen’in Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Sosyoloji Bölümü’nce oluşturulan akademik jüri tarafından profesör atamasının yapılmamasına dair yazısına, bu jüride yer alan ODTÜ öğretim üyesi Feride Acar’dan bir yanıt geldi. Yeğen’in yazısının ikinci bölümü Taraf’ta çıktı. Kimilerine göre, belki de, bir üniversitedeki bir öğretim üyesinin akademik kariyerine ilişkin kişisel bir anlaşmazlıktan ibaret olan bu hikâye, aslında, Türkiye’de akademi, siyaset ve yargı ilişkisi üzerinden akademik özgürlüğün önündeki yapısal engelleri açık yüreklilikle tartışmamız için önemli bir fırsat.

Akademi ve yargı
Yeğen’in aktardıkları, ‘münferit’ bir olay olarak görülemez. Akademik çalışmaları, siyasi duruşları ve hatta kimlikleri nedeniyle sistemle ters düşen akademisyenlere dair örnek çok. Yelpazenin bir ucunda, Pınar Selek gibi, herhangi bir akademik kuruma bağlı bulunmayan ‘evsizler’ duruyor. Bir araştırma çerçevesinde PKK militanlarıyla mülakat yaparak çizgiyi aşan Selek, kendisini hizaya getirecek veya ona himaye sağlayacak bir akademik kurumun yokluğunda, karşısında bizatihi devleti buldu.
Selek’in evsizler, sokak çocukları ve transbireylerle yaptığı atölye çalışmaları, onun, alışıldık akademisyenlerin aksine, topluma değmesine, görünür olmasına ve bu ‘tehlike’ arz etmesine yol açtı. Böylesi bir akademisyene uygulanacak en uygun sansür, yaptırımların en ağırı, ceza hukuku olmalıydı.

Devletin ehlileştirmeyi bizzat üstlendiği Selek gibi uç örneklerin dışındaki akademisyenlerin ait olduğu ‘akademi’ dünyasında ise ehlileştirme rolü üniversitelere düşüyor. Tezleri, araştırmaları kamuoyunca görünür olmadığı için devletin gözünden kaçma tehlikesi olan akademisyenlerin polisliğini üniversiteler üstleniyor. Bu kişilerin ehlileştirilmelerinin aracıysa, yargılama yerine, türlü çeşit baskı yöntemi: Sansür, idari soruşturma, terfi etmeme, tez iptali, disiplin cezası vs. Bu durum, akademisyenlerin büyük çoğunluğunun, sistemle ters düşmemek adına, gönüllerinden geçen araştırmaları yapabilmek için profesör unvanını almayı beklemelerine yol açıyor. Akademik kariyerde yükselmenin bir jürinin onayından geçmeyi gerektirdiği, jüri üyelerinin adayın çalışmaları, siyasi duruşu ve hatta etnik kimliği dikkate alınarak özel olarak seçilebildiği bir dünyada, bu ‘içselleştirilmiş sansür’, anlaşılabilir.
Öte yandan, bir ayağı baştan razı olunmuş otosansüre, diğer ayağı akademik hayatın her veçhesine nüfuz etmiş bir sansür mekanizmasına dayanan bu sisteme karşı gelmeyi seçen bir azınlık da var. Daha doktora tezi aşamasından başlayarak Kürt sorunu hakkında çalışma yapmayı göze alan az sayıdaki akademisyenin, meslektaşları eliyle nasıl cezalandırıldığı, bu cezaların yargı tarafından nasıl onandığı, ‘bilimsel tarafsızlık’ ile ‘hukukun üstünlüğü’ ilkelerinin nasıl uyumla uygulandığı önümüzdeki yazıların konusu.

 http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&ArticleID=1041210&Yazar=DİLEK

 

Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Mahkeme Süreci Court Process