Kaos-GL - Gülce Başer
"Egosu sürekli şişirilen ve egemenlik mitleriyle özdeşleşen, bunlara yaklaştıkça alkışlanan erkekler, bir yandan da egemenlik çarklarında sürekli iğdiş ediliyor. Çünkü şiddet kapasiteleri sürekli beslense de, gerçek yaşama tosluyorlar. Hakikatleri eziliyor. Parçalanıyor. Yani sürüne sürüne öğrenilen erkeklik, iktidar vaadiyle iktidarsızlığın bir arada deneyimlendiği bir süreç oluyor."
• Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ta tanımlanan erkeklik, şiddet üzerine kurulu bir iktidar alanındaki hiyerarşik ilişkiler bütününü betimliyor ve sürekli kanıtlanması gerekiyor. Üstelik, Kaos GL’deki söyleşinizde de belirttiğiniz gibi, “Bir varlığı şiddetle pişirmek, onun benliğine yetersizlik duygusunu, güvensizliği ve hıncı aşılamak anlamına geliyor.” Ancak, bu terbiye, eninde sonunda belli bir iktidar alanı da sağlıyor. Burada sormak istiyorum: Bu erkeklik, üzerine yüklenen erkek mitinden musdarip mi, yoksa elde ettiği gücün sefasını da sürüyor mu? Ya da sorun, yönetmek üzere yetiştiği iktidar alanını ele geçiremediğinde mi yaşanıyor?
– İkisi de doğru. Erkekler gücün sefasını sürüyor ama bundan da musdarip oluyorlar… Yani, egemenliğin avantajlarından yararlansalar da bunun için çeşitli bedeller ödemek zorunda kalıyorlar. Çeşitli toplumsal sistemlerin özgün ihtiyaçlarına göre, iktidar mekanizmalarının birbirine içkin olarak ürettikleri güç sembollerini taşımak kolay değil tabii… Vaatlerle sarmalanıp sahneye sürülen erkekler, ellerinde, bedenlerinde, kafalarında tuttukları, aracı oldukları iktidar kalıbının altında eziliyorlar. Çünkü hiç de gerçek olmayan kalıp onlara bir yandan, sizin deyiminizle “sefa” imkânı sağlarken, bir yandan da onlardan sürekli bir rüşt ispatı istiyor. Ama bu eşitsiz ve adaletsiz dünyada, tahakkümün, sömürünün, şiddetin yaşamın tüm hücrelerine sindiği ilişkiler içinde, rüşt nasıl ispatlanacak? Yoksun, yoksul ya da zayıf olanlar? Egosu sürekli şişirilen ve egemenlik mitleriyle özdeşleşen, bunlara yaklaştıkça alkışlanan erkekler, bir yandan da egemenlik çarklarında sürekli iğdiş ediliyor. Çünkü şiddet kapasiteleri sürekli beslense de, gerçek yaşama tosluyorlar. Hakikatleri eziliyor. Parçalanıyor. Yani sürüne sürüne öğrenilen erkeklik, iktidar vaadiy
le iktidarsızlığın bir arada deneyimlendiği bir süreç oluyor.
• Erkeklik olgusunu incelemeye askerlikten başlamanızın, erkeklerin reşit olduktan sonra dahil oldukları ilk sistematik “erkeklik eğitimi”nin askerlik olmasına bağlıyorum. Ancak, sonrasında kısa sürede bellekten silinen ya da birer karikatüre dönüştürülen bu döneme ait anılardaki sistematiğin bütün yaşam boyunca etkilerini güçlü bir şekilde sürdürmesi bir çelişki değil mi?
– Aslında sünnetle de başlayabilirdim. Dinsel inanç gereği, küçük bir çocuğun küçücük bir et parçasının kesilmesinin nasıl bir erkeklik ritüeline dönüştüğü çok dikkate değer çünkü… Kadınlar, bedensel bir dönüşüm yaşayıp artık bir insan üretebilecek seviyeye geldiklerinde regl oluyorlar. Ama kadınların yaşadığı bu nitelik sıçraması, kutlanmak bir yana, onların utancı sayılıyor. Küçük oğlan çocukları ise pipilerinden küçücük bir parça kesilecek diye asker ya da padişah kıyafetine büründürülüyor, bıçak korkusu şenlikle bastırılıyor. Kurbanlar kesiliyor, şaplaklar indiriliyor, hediyeler veriliyor… Bu ilk ritüel. İkinci ritüelse askerlik. Ben buraya baktım. Ve toplumun bu aşamaya nasıl büyük bir anlam verdiğini gördüm. “Hamur pişmeden yenmez” diyen erkekler burada piştiklerine, deneyim ve kuvvet kazandıklarına, yani “adam” olduklarına inanıyorlar. Tabii bu kolay olmuyor. Şiddetle pişiyorlar. Yerlerde sürünerek. Hiç de hatırlamak istemedikleri deneyimler yaşıyorlar orada. Bu nedenle, savunma mekanizmaları harekete geçiyor ve yaşanan travma karikatüre dönüştürülüyor.
• “Çünkü burada farklı bağlamlarda şekillenmiş erkek tiplerinin rekabetiyle karşılaşıyor. […] birbiriyle kurduğu ilişkide hangisinin üstün geldiğini gözlemliyor.” Askerlik, belki önceden sistemin doğruluğunu sorgulayan erkeğe, sistemi benimsemeyi ve bir “erkek” olarak kazanmayı öğreten bir kurum şeklinde değerlendirilebilir mi?
– Erkek, “bir erkek olarak kazanmayı” pek çok ilişkide öğreniyor tabii. Çocukluğundan beri buna hazırlanıyor. Ama askerlikte bu öğrenme süreci bir laboratuvar ortamında, sistematik olarak yürütülüyor. Çünkü bu laboratuvar homososyal bir alan. Kadınların dışlandığı, erkeklerin baş başa kaldıkları bir kalıp üretme makinesi. Erkekler, burada farklı bağlamlarda şekillenmiş hemcinslerinin deneyimlerini öğreniyorlar ve onlarla birlikte aynı kalıbın içinde pişiyorlar.
• Askerlik sürecinde erkeğe “iyi şeylerin erkeksi, değersiz şeylerin kadınsı” olduğunun aşılandığını belirtiyorsunuz. Gerçekten de, askerlik süreci boyunca tek-cinsiyetli bir ortamda insanların sürekli olarak kadınsılık ve namus bağlantılı küfürlerle aşağılandığını görüyoruz. Bu sürecin kişilik üzerinde kalıcı etkiler bıraktığı varsayımı, aynı zamanda cinsiyetler arasındaki sorunun çözülmezliğinin de sürekli yeniden üretimi değil midir? Yoksa erkeklik kendini üstün cins olarak tanımladığı için mi askerlik pratiği kadınsı olduğu varsayılanın aşağılanması üzerine kurulu?
– Sorunuz genel olarak çok önemli. Askerlik, pek çok erkek ortamı gibi, erkeklerin kadınlar üzerinden kendilerini tanımladıkları, kadının nesneleştiği bir cinsellik kültürünü geliştirdikleri bir sosyal alan. Erkekler burada, sadece nasıl erkek olunacağını değil, kabul edilebilir cinsiyet kalıplarının ne olduğunu bir kere daha öğreniyor. Hem oradaki sistematik eğitimlerden hem de birbirlerinden… Silahlı erkeklerin tokuştuğu bu ortamda, toplumsal hâkim değerler yeniden, hep birlikte içselleştiriliyor. Kabul edilebilir cinsiyet kalıpları, kabul edilebilir toplumsal-siyasal-kültürel kalıplarla birlikte öğreniliyor. Kabul edilmeyene ne yapılacağı da… Düşmana, fahişeye, hata yapana, güçsüz olana, sıra dışına çıkana, ayrıksı olana… Dayağın, küfrün, tecavüzün, tacizin hangi durumlarda meşrulaşacağı deneyimleniyor hep birlikte. Bu sistematik üretim sürdüğü sürece cinsiyetler arası sorun çözülemez mi? Çözülemez tabii… Bu nedenle, militarist mekanizmalar, sadece erkeklerin değil, kadınların da sorunudur, cinsiyetçiliğe karşı mücadele eden herkesin sorunudur.
• Bir savaş çıkması durumunda erişkin tüm erkeklerin orduda göreve çağrılabilmesi için böyle bir emir-komuta sistemine aşina kuşaklar yetiştirmek adına askerlik yapıldığını biliyoruz. Askerlik sürecinin, ataerkini yerleştirmede etkili olduğu da, askerlik görevini yapan kişilerin belki çoğunluğunun orada olgunlaştığını beyan etmesinden görülüyor. Yine de acaba bu akıldışı disiplin ve ataerkil sürecin bu kadar etkili olmasında, askerliğin – kitapta vurgulandığı gibi– toplumca erkeklik ölçütlerinden biri olarak kabul görmesinin payı olabilir mi?
– Kamusal iktidar sosyal iktidarlar sarmalına dayanıyor. Bu sarmaldan güç alıyor, besleniyor. Geleneksel olarak, erkeğin, kendi rolüne hazırlanması, yani “adam” edilmesi sürecinde belli aşamalardan geçmesi gerektiğini söyledik. Bu aşamalardan biri gurbet, biri savaştır. Sünnet olmuş erkekten, kendi hanesinde, mahallesinde, sosyal ilişkileri içinde, koruyuculuk, kollayıcılık, sahiplik, yöneticilik rolünü oynamadan önce, buranın dışına çıkması ve kendini ispatlaması istenir. Deneyim sahibi olması, iyi ve kötüyle tanışmış olması, bunlar hakkında yorum yapması beklenir. Başlık parası gibi nedenlerle yaşanan gurbet hikâyelerini hepimiz biliriz. Baba adayının bu hikâyelere ihtiyacı vardır. Ama bunlar yetmez… Mutlaka bir kapışmaya, vuruşmaya girmeli, sıkıntılar yaşamalı ve pişmelidir. Çünkü daha sonra kendi kümesinin askeri, horozu, koruyucusu olacaktır. Askerlik, hepsini birden sağlıyor. Hem pişiriyor, deneyim kazandırıyor hem de savaşmayı, öldürmeyi, korumayı, nöbet tutmayı, işgal etmeyi öğretiyor. Bunları bilmeyenin adamdan sayılmadığı bir toplumda namus cinayetlerini, aile katliamlarını neden hep erkeklerin yaptığını sormamıza gerek yok.
• Kitabınızda vurgulanan bir nokta var: Erkeklik için insanlıktan vazgeçmek. Bunu biraz açabilir miyiz? Sonuçta erkeklik vurgusunun altyapısında evini, ailesini ve yurdunu koruma tanımı bulunuyor. Demek ki erkekler aslında “korumak, kollamak” için erkeklik eğitimi alıyorlar. Bu koruyucunun sizin deyiminizle katile dönüşmesi sürekli “tokatlanan ve kışkırtılan” erkekliğin aslında bir yerde çığırından çıkması ya da çözülmesi midir?
– İstatistiklere, öldürülen, tecavüze uğrayan, yaralanan kadın ve çocukların sayısına baktığımızda, bir savaş tablosuyla karşılaşıyoruz. Ayda yüzlerle ifade edilecek rakamlar bunlar. Sanki erkekler kadınlara savaş açmış. Sadece kadınlara mı? Kadın konumuyla özdeşleştikleri herkese… Neden? Erkekler kadınlardan ya da kadınlaştırdıkları insanlardan daha güçlü oldukları için mi onlara şiddet uyguluyorlar? Neden? Şiddetin nedeni güç mü? Ben bu soruyu araştırma sürecinde çok sordum. Öncelikle erkeklerin, kadınlardan farklı olarak sistematik savaş bilgisine vâkıf olmaları, öldürmeyi, yaralamayı, şiddet uygulamayı meşrulaştıran bir tezgâhtan geçmiş olmaları önem
li. Ama güç meselesine dair ne söyleyeceğiz? Yapılan görüşmelerden ben çok basit ama yakıcı bir cevap çıkardım: Erkekler, güçlü oldukları için şiddet uygulamıyorlar. Tersine, en büyük şiddet yetersizlik duygusundan kusuluyor. Parçalanan bedenin, parçalanan ruhun kendini koruma hamlesi olarak… Genellikle başka bir erkeksi tokadın acısı tabii ki kadınlara ve güçsüz olanlara yöneliyor. Sürekli şiddetle kamçılanan bir varlığın arka arkaya yediği şamarlarla oluşan hınç ve yetersizlik duygusu, önü alınamaz bir şiddete neden oluyor. Korkunun, güvensizliğin ve kendine saygısızlığın yarattığı şiddeti durdurmak da çok zor...
• Erkekliğin bir yandan da erkekliğin bedelini ödemek üzerine kurulu olduğunu görüyoruz. “Erkekliğini” ancak bedelini düzenli olarak ödeyerek sürdürülebiliyor. Üstelik bütün bedelleri ödediği halde erkeklik hedefi olan iktidar için şansı olamayabiliyor. Biriken ve her zaman boşalma imkânı bulamayan bir enerjiden söz ediyoruz. Belki ataerkil düzendeki şiddet miktarını da artıran unsur bu enerjidir. Sürüne Sürüne Erkek Olmak’ta getirdiğiniz erkeklere ağlama özgürlüğünü iade etme önerinizin bu gerilime şiddet dışı bir çıkış yaratacağını ve tabii aslında bunun uygulanabilir olduğunu düşünüyor musunuz?
– Erkek olmak, adam olmak çok zor! Sünnet oluyor, askerlik yapıyor, iş buluyor, spor yapıyor, dövüşmeyi öğreniyor, deneyim kazanıyor, yatakta ve hayatta aktif olmanın taktiklerini öğreniyor, bir kadına sahip oluyor, bu kadından çocuk peydahlıyor ve babalık şapkasını giyiyor… Rahatlamıyor ama… Çünkü erkeklik sınavı hiç bitmiyor. Erkekler, her an “erkekliklerinin” ellerinden alınması tehdidiyle karşı karşıya kalıyorlar. Açılmayan kapağı açmak, para bulmak, laf atana haddini bildirmek… Birini yapmadığı ya da yapamadığı zaman erkeklik postu çekiliveriyor üstünden. Yani büyük bir mutsuzluktan bahsediyoruz. Kendini evrenin aklı ilan eden insanın, böyle bir mahkûmiyet içinde olması ne trajik değil mi? Yani bu egemenlikten mutluluk filan çıkmıyor. İktidar konumu erkekleri mutlu etmiyor. O halde kurtulmak lazım bu saçma sapan kalıplardan. Bu kalıplar dostluğu da, aşkı da, doğru dürüst ilişkilenmeyi de engelliyor çünkü. Kalıpların içinde kaldığımız için, birbirimize dokunamıyoruz. Varlığımızı konuşturamıyoruz. O halde içimizi dökerek başlayalım sahiden konuşmaya. Ağlayarak… Kitabın son bölümünde “erkekler de ağlar…” diyorum. Tabii ki ağlamak, tek başına, bu gerilime şiddet dışı bir çıkış yaratamaz. Ama çok önemlidir… Erkekler yüksek sesle ağlamaya başladıkları, onlardan beklenen rollerine ilişkin duygularını herkesin ortasında itiraf ettikleri, zayıflıklarından utanmayıp bunları paylaşabildikleri zaman çok şeyin değişebileceğine inanıyorum. Çünkü mutluğun açıklıktan, doğallıktan, hafiflikten geçtiğine inanıyorum.