|
|
01 Şubat 2011 - |
|
Türkiye’deki tüm televizyon kanalları 1998 yılının 9 Temmuz günü öğle saatlerinde yayınlarını keserek bir son dakika gelişmesini izleyicilerine duyurdu. Kentin simge mekânlarından Mısır Çarşısı’nda bir patlama meydana gelmiş, olayda yedi kişi ölmüş, 127 kişi yaralanmıştı. Sosyolog, yazar, feminist ve barış hareketi aktivisti Pınar Selek, gezmeyi çok sevdiği bu çarşıda bir patlama olduğunu her yurttaş gibi medyadan öğrendi. Ama olayın ardından birkaç gün geçmişti ki bir şey daha öğrendi: Çarşıyı bombaladığını! Onun yaşamını alt üst edecek kabus senaryosu işlemeye başlamıştı. Selek çarşıya bomba koymakla suçlanarak 2,5 yıl cezaevinde kaldı, işkence gördü. Patlamanın bomba olup olmadığının bile belirlenememesine, olmadığı yönündeki onca bilirkişi raporuna, yerel mahkemelerin beraat kararlarına rağmen Selek için bu senaryo senelerce sürdürülmek istendi. Dile kolay, ondan fazla sene! Yıl, 2011 ve bu çaba hala devam ediyor. Yargıtay son olarak Selek’in ömür boyu ağırlaştırılmış hapse mahkûm edilmesi gerektiği yönünde karar verdi. Selek 9 Şubat’ta İstanbul’da tekrar yargılanmaya başlanacak. Bu duruşma, yalnızca Selek’in uğradığı adaletsizlikle ilgili değil. Türkiye’de insan hakları ve demokrasi açısından da bir sınav olacak. Selek’le PEN Almanya şubesinin davetlisi olarak bir süredir bulunduğu Berlin’de kısa süre önce buluşup gerçekleştirdiğimiz söyleşimizi naklediyoruz…
Belki bu soruyu tüm gazeteciler soruyor ama senin yanında olan insanlar bunun cevabını sürekli merak ediyor ki bu yüzden sormak zorundayım: Nasılsın? Hayat nasıl gidiyor? Sürekli bir yerlere koşturuyorsun, buna da bir nevi mücadele ve tutunma tarzı diyebilir miyiz?
Evet, nereden bildin? Bitmek bilmez bir mücadele içindeyim. Beni kuşatan kabusun içinden çıkmak, ona yenilmemek için, elimden ne gelirse yapıyorum. Hatta hiç sonunu düşünmeden. Sonunu düşünmek, beni umutsuzluğa itebiliyor çünkü. Sadece bugün, elimden ne gelirse yapıyorum. Gücümün sınırını zorlayarak. Yoruluyorum ama. Çalışmaktan, koşturmaktan değil. Ben, çocukluğumdan beri, iş yapmaktan yorulmadım. Kitabımla, araştırmalarımla, mesleğimle, politik mücadelemle ilgili hiçbir şeyden yorulmam ama bu pis oyun ruhumu yırtıyor.
Dava sürecinin bu kadar uzun sürmesi, bu alandaki inişler çıkışlar hayatını nasıl etkiliyor? Bunlar senin adımlarını, çalışmalarını, üretimlerini nasıl sınırlandırıyor?
Ne kadar direnmeye, çalışmalarımı, yapıp ettiklerimi sürdürmeye çalışsam da, çok zorlanıyorum. Geçenlerde Berlin’de bir kurumdan, işkence raporu aldım. Postravmatik pek çok bulgu bulundu ve bu sürecin uzamasının bu sendromları ağırlaştırdığı söylendi. Ama yine de dayanıyorum. Yaşam sevgim ve heyecanım çok güçlü. Bunu söndürmeleri mümkün değil. Hatta diyebilirim ki, ürettikçe kendime geliyorum. İşte geçenlerde ilk romanımı bitirdim, önceki ay üçüncü masal kitabım yayınlandı. Bir yandan da Strasbourg Üniversitesi Science Politique doktora tezimi hazırlıyorum. Türkiye’deki çalışmalarımı internet aracılığıyla sürdürüyorum. Tabii eskisi gibi değil. Uzakta olmak, çalışmaların içinde etimle, kemiğimle, göz temasımla olmamak ister istemez sınırlıyor ilişkilerimi. Bu sınırları sürekli genişletmeye çalışmak da gereksiz bir enerji istiyor.
“Üzerimden tüm muhalefete mesaj verilmek isteniyor”
Bütün bu yaşananlar olmasaydı Pınar Selek ne tür çalışmalar yapacaktı? Üzerine kafa yorduğu ve mücadele verdiği konular aynı mı olacaktı? Bu yaşananlar mücadele etme yöntemlerini etkiledi mi, isteyerek veya istemeyerek bu yöntemleri değiştirmek zorunda bıraktı mı?
Yok hayır. Aynı çalışmaları, aynı yöntemle yapacaktım yine. Sadece biraz daha enerjik olurdum belki. Gerçi arkadaşlarım hala beni yine fazla enerjik buluyor. Ama ek yorgunluklar olmasaydı, daha az çaba harcayarak daha çok şey başarırdım. O kadar.
Yıllar geçti, mahkeme kadroları değişti, hükümetler değişti ama seninle ilgili dava bir türlü hakkaniyetli bir tam sona ulaşamadı. Bu, davanın aslında bir ‘devlet davası’ olduğu izlenimini veriyor. Peki sence devletin böylesine restleşmesinin sebebi ne olabilir?
Türkiye’deki medya ve sivil toplum kuruluşlarının bu soruya cevabı birbirine benziyor. Benim üzerimden sembolik bir savaş yürütülüyor ve tüm muhalefete, entellektüellere mesaj verilmek isteniyor. Geçenlerde Etyen Mahçupyan, tabu konulara el sürdüğümü, bu nedenle cadı olarak görüldüğümü ve Ortaçağ zihniyetince yakılmak istendiğimi yazmıştı. Bence, kadın olarak bu kadar ileri gitmemin de bunda payı var.
Türkiye’deki aydınların bir bölümü AKP iktidarıyla Türkiye’de ifade özgürlüğü, insan hakları ve demokrasi konularında gelişmeler yaşanacağına inanıyordu, bir bölümü hâlâ inanıyor. Hem kendi davan hem de genel olarak bu saydığım alanlarla ilgili senin de pozitif yönde bir ilerleme yaşanacağına umudun hiç oldu mu?
Ben hiç bir zaman umudumu kaybetmedim. Ama hükümet değişikliklerinden önce, kendi mücadelemize güvendim ve çok yorularak da olsa sürdürdüğümüz adalet mücadelesinin mutlaka sonuç vereceğine hep inandım. AKP, demokrasi vaadiyle iktidara geldi. Yeni muhafazakâr ve yeni liberal bir doğrultuda, ekonomiyle birlikte siyaseti de yeniden yapılandırmaya girişti, devletin tıkanmış borularını açmak konusunda bazı adımlar attı. Ama ben, yapısal bir değişiklik olduğuna inanmıyorum. Çünkü demokratik bir perspektifle yürümüyor değişim süreci. Şimdi genel olarak Türkiye’de bir hayal kırıklığı yaşanıyor. Temel sorunlar hâlâ olduğu gibi duruyor. Milliyetçilikle, militarizmle ve şiddet yöntemleriyle hâlâ zihinsel bir hesaplaşma başlatılmadı. Hükümet, 12 yıl önce başlatılan bu komplonun içinde yer almadı, hâlâ da almıyor ama durdurmak için de elinden geleni yapmıyor. Evet, umutluyum ama bu umudun sınırları var.
“Türkiye’de kimse yargı kararlarına güvenmiyor. Su çoktan kirlendi.”
Birbirlerinden çok farklı başlıklarda olsalar da Türkiye’de son dönemdeki birçok davanın AKP hükümeti ve hükümet çizgisindeki kurum ve topluluklar tarafından politik olarak araçsallaştırıldıklarına ve hukuk alanının dışında çıkıldığına dair eleştiriler bulunuyor. AKP’nin hukuk alanıyla kurduğu bu ilişkiye dair eleştiriler hakkında sen ne düşünüyorsun?
Garip bir biçimde, Türkiye’de demokrasi mücadelesinin pek çok yakıcı hesaplaşmaları mahkeme alanlarında yürüyor. Yasama ve yargı güçleri demokratik temelde yapılandırılmadığı için, muhalefet de hükümet de kendi iktidar kavgalarını bu mekanizmalar aracılığıyla yürütüyorlar. Yasama mekanizmasının iktidar boğuşmasından etkilenmesi normal olabilir ama yargı mekanizması, demokratik sistemlerin garantisidir. Türkiye’de uzun zamandan beri, yargının böyle bir konumu yok. DGM’ler, 12 Eylül mahkemeleri, öncekiler ve şimdikiler pek çok hukuk skandalıyla dolu. Hükümetler, demokratik bir hukuk devletini geliştirmek, bu temelde garanti kurumları yaratmak yerine, var olan mekanizmaları kendi iktidar aracı olarak kullandılar. Şimdi gündeme gelen davalar ne ilk ne de böyle giderse, bir son. Bu nedenle, Türkiye’de kimse yargı kararlarına güvenmiyor. Su çoktan kirlendi.
“Bilerek ya da bilmeyerek hedef gösterildim”
Türk medyasının davaya yönelik bugüne kadarki ve bugünlerdeki yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsun?
Türk medyasının şimdiye kadar, Mısır Çarşısı adıyla bilinen davaya yaklaşımında bir homojenlik yok. İlk dönemler, servisler tarafından yönlendirildiler ama bence pek çok gazeteci dönen oyunu çabuk okudu ve tavrını aldı. Kısa bir zaman içinde, medyaya olan tüm baskılara rağmen, pek çok gazeteci, objektif bir tutum almaya çalıştı. Davanın saçmalıkları, bana yönelik düşmanlık o kadar ayan beyan ki, sadece sol değil, çeşitli renklerdeki pek çok medya mensubu, adaletin yanında oldu. Fakat bir yandan da ben, yargının cürmüne, adaletsizliğine uğramış pek çok insandan farklı olarak, medya aracılığıyla toplumun gündemine, manşetlerden sunuldum. Beni asıl yoran da bu oldu. İçinde olmayı hiç istemediğim, iğrenç bir filmin baş aktristi olarak belleklere kazındım. Davadaki hukuksuzlukların sık sık gündeme gelmesi açısından, bu bir avantaj sayılabilir, öyle de. Ama bitmiyor bir türlü. Ne adaletsizlik bitiyor ne haber malzemesi olma hali. Geçtiğimiz haftalarda, durup dururken Yargıtay genel kurulunun aylar önce verdiği karar, yeniymiş gibi, Türkiye medyasında, yeniden manşetlere taşındı. Yine bütün sorulara cevap vermek zorunda kaldım. Sabahtan akşama kadar... Haftalar boyu. Medyanın duyarlı yaklaşımı, adalet konusundaki ısrarı bana güç verdi ama neden bu eski karar yeniymiş gibi sunuldu, anlamadım. Ardından, aldığım tehditlerden çıkardığım sonuç şu: Bilerek ya da bilmeyerek hedef gösterilmiş oldum.
Romanını bitirdiğini öğrendik. Acaba romanla ilgili (konusu, tarzı vs…) biraz bilgi verebilir misin? Edebiyat senin için ne ifade ediyor? Romanının politik metinlerinle nasıl bir akrabalığı olacak? Masallarınla romanın arasında benzerlikler var mı?
Evet, inadına kendi patikamı kazmaya çalışıyorum. Geçtiğimiz haftalar, başımdaki onca uğultuya, sürekli çalan telefonlara rağmen, kapandım, romanımı tekrar tekrar okuyup son noktayı koydum ve yayınevine gönderdim. Bu romanı, kafamda İstanbul’da oluşturmuş, bir buçuk yıl önce Almanya’ya geldiğimde yazmaya başlamıştım. Şimdi bitti. Bu benim ilk romanım ama edebiyatla ilk flörtüm değil. Çocukluğumdan beri edebiyatın dilini sevdim ve hep yazdım. Ortaokulda ve sonra üniversite yıllarında iki ayrı roman yazmıştım. Ama ikisini de beğenmedim sonra. Romana ara verdim, şiir yazdım, masallar kurguladım. Cezaevine girmeden önce, Varlık hikâye ödülü kazanmıştım. Sonra edebiyatı sadece kendime sakladım. Kafamdaki sorular, araştırma isteği, felsefi ve politik arayışlarım beni bir süreliğine kavramların dünyasına soktu. Orada yolumu bulmaya başladıktan sonra, masallarım konuşmaya başladı. İlk kitabın başarısından sonra ikincisi, sonra üçüncüsü... Yani edebiyata yeniden girişimin yolunu masallar açtı. Romanım bu sihirli yolda şekillendi. Artık böyle mi devam edeceğim? Hayır. Hepsi birbirinden etkilenen farklı dünyalarda konuşmaya devam edeceğim. Bilimin, felsefenin, masalların ve edebiyatın....
Bir de tez yazan bir insana asla sorulmayacak soruyu sorayım: Tez nasıl gidiyor? Bu tezinden senin bugüne kadar üzerine çalıştığın, kafa yorduğun meseleler ne şekilde yer alacak?
Etnisite ve cinsiyet temelli politikalar üzerinde çalışıyorum. Yıllardır kafa yorduğum, içinde yer aldığım ya da ilişkilendiğim politika deneyimleri üzerine sistematik bir söz söyleme ihtiyacı içindeyim. Politikayı, özgürlük, kurtuluş, iktidar, kimlik kavramlarıyla tartışıp Türkiye’deki deneyimi analiz etmeye çalıyorum. Tıpkı edebiyat gibi heyecanlandırıyor bu iş beni. Bundan sonraki tarihim ve çizeceğim yol açısından.
“Dayanışma ağı sayesinde enerjimi koruyorum”
Son olarak tam da mahkeme tarihi yaklaşmışken senin suçsuzluğuna inanan insanlara nasıl bir çağrı yapmak istersin?
Kimseye çağrı yapmak istemiyorum. Şimdiye kadar, benim çağrım olmadan pek çok insan, adalet için mücadele etti. Hâlâ da ediyor. Tek söyleyeceğim, çevremdeki büyük dayanışma ağı sayesinde gücümü, enerjimi koruyorum. 12 senedir beni bu pis kâbusla baş başa bırakmayan, hep yanımda olan binlerce insanla birlikte, 9 Şubat’ta adaletin kazanması için elimizden geleni yapıyoruz. İlk başlarda bu dayanışma daha çok Türkiye ile sınırlıydı. Şimdi uluslararası boyutta bir mücadele veriliyor. Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda, açık bir destek aldım. Başta parlamenterler olmak üzere, pek çok insan 9 Şubat’ta mahkemede hazır bulunacak. Ayrıca herkes elinden ne gelirse yapıyor, açıklamalar, imzalar... Ben başaracağımıza inanıyorum. Eninde sonunda adalet kazanacak.
Söyleşi:Mahmut Hamsici
http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=35315 |
|
|