Pınar Selek
El insaf
Karin Karakaşlı - Radikal 2 - 02/12/2012


Çağlayan Adliyesi’nin tavanları sonsuzluğa yükseliyor. Ama yükselti var ferah hissettirir, yükselti var sadece size ne kadar küçük olduğunuzu göstermek için oradadır. Metrelerce uzanan o tavanlar, girişteki o elinde terazi tutan devasa adalet tanrıçası zebanileri, bütün sesleri uğultuya dönüştüren akıl almaz mekân hacmi, göz alan parlak yer kareleri her şey ‘düzen ve sistem’ karşısında ne kadar küçük ne kadar aciz olduğumuzu idrak etmemiz üzerine kurulu. Bireyi bu kadar yutan başka bir mimari daha var mıdır, bilmem. Ama ne yalan söylemeli Çağlayan Adliye Sarayı, yaşadığımız travmaya pek uygun bir fon oluşturdu. Eh, yaşanan ta parodi lezzetinde bir tiyatro oyunu olunca, dekor olarak iyi gitti.

On dört buçuk yıldır benim diyen yılanı hasetinden çatlatacak bir hikâyeye dönüşen Pınar Selek davasında, hayret eşiği fazlasıyla yüksek avukatları ve biz dava tanıklarını bile “yok artık” noktasına getiren gerçeküstü sahneler yaşandı. Adliye Sarayı artık nasıl düzenlenmişse, ceza mahkemesi kapısı denilen güvenlik kontrollü kapıların girişinde oturacak sıra bile yok doğru dürüst. Yerlerde geçirilen dört saatin sonunda, içerden öğle tatili sonrası avukatların dışarıda bekletildiğini, dahası kapalı kapılar arkasında heyetin dava dosyasını görüşmekte olduğu bilgisi geldi. Savcı Bey de içerdeymiş.

Neden sonra biz de salona alınıp, şanslı kullar olarak iki sıralık yere sığışmaya çalışırken avukatların dehşet içinde önlerindeki monitöre baktıklarını gördük. Meğer mahkeme heyeti duruşma başlamadan gereğini düşünmüş, kendisini temyiz makamı kılıp çoktan el çekmesi gereken, artık yetkisinde olmayan beraat kararından geri dönmüş. Öylece nutkumuz tutulmuş bakakaldık. Avukatlar ancak verili bir karara infiallerini haykırmak için söz alabildiler. Bunun adı da yargılama oldu!

Bir işkence yöntemi olarak dava

Hatırlayalım, Kürt hareketine dair bilimsel çalışmasına el konduğunda Pınar gencecik, idealist bir sosyolog, dönem ise doksanların o en karanlık, en kirli yıllarıydı. Nitekim gözaltında o çalışma sırra kadem basarken, avukat dahil hiç kimseyle görüştürülmediği günler boyunca Pınar’a da Filistin askısından elektriğe her tür işkence uygulandı. Bahsedilen işkencenin etkileri post travmatik stres bozukluğu olarak Uluslararası Berlin Überleben İşkence Kurbanları İçin Tedavi Merkezi’nin 2010 tarihli raporuyla tescillendi. Hesapta Pınar’ın artık o dönemi anımsatacak hiçbir ortak içinde olmaması gerekiyor ama malûm, yargılamanın kendisi zaten bir işkence yöntemi olarak kullanıldığı için bırakın adaletin tecellisini, bir kötülük tekrarı olarak yaşatılıyor bütün bu dava süreci.

Gözümün önünde canlandırmaya çalışıyorum. Nasıl bir mahlûk olmalısın ki masumiyeti alenen belli, kuşatıldığı komplolar pul pul dökülmüş, savaş ve şiddetin her türlüsüne karşı bir genç kadını yok etmek için bu kadar azimli ve hoyrat olacaksın. Nasıl bir mekanizmadır ki, kendisi 28 Şubat mağduru olan bir yönetim başa geldiğinde dahi, eski dönem derin devlet mirası devralınır? Mağduriyetin hiyerarşisi, sanası, banası olur mu? Olur ise, buradan yola çıkıp da Allah aşkına nasıl bir Türkiye’de yaşamayı tasavvur edebiliriz? Bırakın Pınar Selek’i, biz bu ülkede neye inanıp devam edebiliriz?

Bir dava düşünün ki kendi mahkeme başkanından yangından mal kaçırır gibi karar kaçırıyor. Bu son operasyon asıl mahkeme başkanı Vedat Yılmazabddurrahmanoğlu’nun kalp rahatsızlığı nedeniyle kırk beş günlük rapor aldığı bir dönemde geçici başkan tarafından çuvallar dolusu dosyanın tek bir sayfasını bilme gereği duymadan veriliyor. Ve bak sen Allahın işine, aylar sonrasına verilen duruşma tarihi bu kez koşar adım 13 Aralık diye belirleniyor. Üstüne bir de Yılmazabddurrahmanoğlu’nun basına yaptığı açıklamaya kulak verelim: “Bir hakim arkadaşın direnme kararından vazgeçmesi pek olağan bir şey değil tabi. Aynı dosyadaki hakimin kararını değiştirmesi pek alışıldık değil. Savcı beyin görüşü belliydi baştan beri. Niye şaşırsın?..”

Biz de zaten pek şaşırdığını düşünmemiştik. Şaşacak öyle çok şey var ki, Savcı’nın tepkileri üzerinden atılan manşetlerin kendisi afallatıcı sayılır.

Tanık olmak sorumluluktur. Oradaydık, oyunu gördük ve bozmakla yükümlüyüz. Bu bizin içine hepimiz giriyor. Çünkü yaşananı anlatınca, her şeyi paylaşınca artık kimse “Ama ben bilmiyordum” diyemez, bilince de harekete geçmeden edemez.

Çok az zaman var. Köşesi, programı, ifade alanı olanların, olanı doğrusundan anlatması, ulusal-uluslararası akademi ve sivil toplum örgütlerinin bildirilerle infial ve dayanışmalarını açıklamaları ve bir de elbet 13 Aralık’ta o adliye sarayı denen mekânda hazır bulunmak için çok az zaman var.

Bugüne kadar hep çevresindekileri motive etmiş, içlerinden en güzeli çıkarmış, onları birlikte üretmeye, bir hayatı birlikte, omuz omuza geçirmeye örgütlemiş Pınar hayatında ilk kez Miraç Zeynep Özkartal’a kendisi için bir çağrı haykırdı. Kulak verin: “Tezim bitince ülkeme dönmek istiyorum. Seviyorum ülkemi. Sokaklarında büyüdüm. Her bir yerinde arkadaşlarım var. Yurt dışına çıkma nedenim, biraz uzak kalmaktı. Şimdi durum değişti. Sanki zorunlu hale geldi. İnanmak istemiyorum ama... Bunu da kimsenin kabul etmemesi gerek. Ne olur ülkeme dönmem için herkes bir şey yapsın. 13 Aralık’ta, kararın açıklanacağı bu saçmalığa herkes gitmeli. Uzakta olan da gelmeli, işi olan işten izin almalı.”

Pınar Selek’e adalet, bizim sorumluluğumuz. Adalet soyut bir sözcük de değil. Tanımı var: Adalet, Pınar Selek’in ülkesinde özgürce yaşayabilmesi ve yaratabilmesidir. Ve böyle bir Türkiye sadece Pınar Selek’in değil, hepimizin hakkıdır.



Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Mahkeme Süreci Court Process