Pınar Selek
Sevgimiz kirlenmedi ama atölyemiz dağıldı

Sevgimiz kirlenmedi ama atölyemiz dağıldı

Sosyolog, araştırmacı ve yazar Pınar Selek ile sokakta yaşayan çocuklar ve Sokak Sanatçıları Atölyesi üzerine ayrıca hayata ve sevgiye dair birçok konu üzerine konuştuk.

10 Mayıs 2012 Perşembe - 09:46

TİMETÜRK / Zehra Çakmak

"Mısır Çarşısı komplosu en çok neye zarar verdi diye düşünüyorum. En güzel yıllarıma mı, geleceğime mi? Öncelikle bu komplo, annemin hayatına mal oldu. İkincisi Sokak Sanatçıları Atölyesini öyle bir tuz buz etti ki artık tamir edilmesi imkânsız..."

Sokakta yaşayan çocuklara yönelik gereken özverili çalışmaların yapılmamasının nedeni nedir? Bunun nedeni, onların varlığına alışmış olmamız ya da bu çocukların yaşamlarını gerçek anlamda bilmememiz olabilir mi?


Olabilir. Bilmek, tanımak, anlamak çok önemli bir şeyler yapmak konusunda. İnsan tanıdığı şeyi sever. Anladığı şeye yakınlaşır. Bildiği şeyi içinde hisseder. İlla yüz yüze bilmek, tanımak, anlamak gerekmiyor. Empati kurmak bile yeter. Ama öyle parçalanmış bir hayat içindeyiz ki, egoizm, korku, yabancılaşma uygarlığı öyle bir esir almış ki kimsenin kimseye bakacak, tanıyacak, anlayacak hali yok. Sevecek hali yok. Korkuyla eve kapanmış, güvenlikli kapılardan gelip geçen insanlara sokağa ilişkin ilk düşüneceği temizlik. Sokakta yaşayanların temizlenmesi. Çünkü onlar çöp. Çöplerin dışarıda gezmemesi. Kapatılması. Sonra ne olur, nereye atılırlar, önemli değil.

İslam dininde yetimleri korumanın önemi büyükken bugün Türkiye'de yaşayan müslümanların sokakta yaşayan çocuklar için çalışmalar yapmamalarının nedenini sosyolojik açıdan nasıl değerlendirirsiniz? Sokakta yaşayan çocuklar yetim olarak algılanılmıyor mu?

Algılanıyor olabilir. Ama diyorum ya onlar çöp. Dışkı. Onlara bakınca çoğu insan yetimliği, öksüzlüğü değil, temizliği düşünüyor. Toplum onlara dışkısını görmüş gibi bakıyor.

Sokakta yaşayan çocuklar ile ilgili çalışmalar yapan bazı insanlar; bu çocukların sokakta kendilerini daha özgür hissettiklerini bu yüzden onlar için sıcak bir yuva sağlamanın pek önemli olmadığı, bunun yerine başka türlü çalışmalar yapılması gerektiğini söylüyorlar. Gözlemlediğiniz kadarıyla bu duruma katılıyor musun?

Sıcak yuva dediğin o kadar kolay bir şey değil ki… Sevdiği, onu seven insanlarla kurduğu dayanışma çemberine tabii ki ihtiyaçları var. Ama sıcak yuva aslında bir masal. Aile, anne-baba, akrabalar, o çatıların altında yaşananlar pek de insanın içini ısıtmıyor. İktidar, şiddet alanı orası. Toplumun en küçük birimi. Sistemin en küçük dişlisi. Çalışmanın, ev geçindirmenin, ataerkil iktidarın, toplumsal zorunlulukların, düzenin hücresi. Çocuklar oradan kaçıyor. Ondan sonra kolay kolay kurumlarla barışmıyorlar. Sokakta yaşamaları imkansız hale getirilip yurtlara kapatılınca da yırtılıyorlar. Kimyaları bozuluyor.

Sokak Sanatçıları Atölyesi fikri nasıl gelişti, gereken desteği gördünüz mü?

Yavaş yavaş gelişti. Ben onları liseli yıllarımdan beri tanıyordum. Dostluğumuz çok ağır, çok hızlı, çok doğal gelişti. Sonra ben Fransa’ya gittim. Orada işgal evlerini gördüm. Birkaç gün kaldım hatta. Birlikte sanat yapan kolektifleri tanıdım. Döndüğümde biz de bir şey yapabilir miyiz diye düşünüyordum kara kara. Çocuklar biz çöpüz dediklerinde aklıma geldi, çöpten bir şeyler toplayalım ve emek harcayınca gösterelim ki atmak kolay, ilişki kurmak zor. Çöpe attığınla bir daha buluşmak istiyorsan, sanata ihtiyacın var, yaratıcılığa… Çocuklar da bu işi çok sevdiler. Sloganımız da güzeldi: “Sokak çocuğu değil, sokak sanatçısıyız!” Evet, çok büyük bir destek gördük. Beklediğimizden çok daha fazla. Ama büyük kurumlardan, devletten filan değil, konudan, komşudan, esnaftan, beni çocuklarla gece gündüz gören insanlardan… Biraz daha yaşamayı becerseydik, polis atölyemizi tarumar etmeseydi, bu dayanışma daha da büyüyecekti.

Atölyenin çalışmaları nelerdi ne gibi faaliyetler yapılıyordu?

Biz bir kumpanyaydık. Harikalar kumpanyası. Mucizeler kumpanyası. Küçücük yerimizde kocaman bir dünya kurduk.
Tiyatro yapıyorduk, dergi çıkarıyorduk, resim yapıyorduk, alçıdan, çamurdan vazolar, tabaklar, pek çok şey yapıyorduk. En güzeli de maskelerdi. Maske yapmayı çok seviyordu çocuklar. İyi de satılıyordu. Maskelerin, çamurdan vazoların, alçıdan heykellerin, resimlerin üretildiği bu küçücük mekânda kurulan sokak tiyatromuz, kısa zamanda her yere çağırılır oldu. Atölyedeki eserlerimiz, sokaklarda sergilenmeye başlandı. Bir de dergi çıkarttık. Yazarları ve dağıtımcıları çok olan bu derginin adını Misafir koyduk. Herkes, “Misafirlik öldü… Televizyon, şehir hayatı misafirliği öldürdü…” diyordu. Biz de, sesini duyuramayan insanların, başkalarının evlerine misafir olmasını sağladık. 3000 bastığımız dergimizi, sokaklardaki güçlü ilişkilerimiz sayesinde kısa zamanda tükettik.

Atölyemiz küçücüktü ama üretkenliğiyle etkisini büyütüyordu. Günde onlarca kişinin girip çıktığı, kapısı hep açık, gece bazen evsiz kalan travestilerin ve sokak çocuklarının yattığı bu atölye, aynı zamanda bir başvuru, bir kaynaşma mekânıydı. Kim olursa olsun, dara düşen bize uğruyordu. Önceden dışlanma nedeniyle saldırganlaşan insanlar, kendilerine ve başkalarına güvenmeyi, atölyemizde öğrendiler. Sanatın ve paylaşımın gücü sayesinde, tineri ve fuhuşu bırakanlar oldu.



Sokakta yaşayan çocuklar için yapmak isteyip de yapamadığın bir projen var mı?

Sana mahkemede yaptığım savunma içinden bir alıntıyla cevap vereyim. Şöyle demişim, aynen de tekrarlıyorum:

“Tam kök salmaya başladığımız sıralarda şu meşhur komplonun içine düştüm ve baş artisti oldum. Mısır Çarşısı komplosu, öncelikle bizim çamurdaki gönül bahçemize, çöldeki kaynağımıza bir saldırıydı. Kapısı hep açık olan, giren çıkanın belli olmadığı Beyoğlu’nun orta yerindeki mekânımız bombalarla damgalanınca ve oradaki en etkin kadın, bombacı olarak sergilenince, hep tehlikelerle boğuşan insanların umutları da tuz buz oldu. Zaten sürekli şiddete uğrayan ama birlikte şiddetsiz bir var oluş deneyimini geliştiren bu insanlar, atölyemize yönelik böyle bir terör saldırısında dağılmak zorunda kaldılar. Ben cezaevindeyken görüşüme gelen bir travesti şöyle demişti : “Bir düş ancak bu kadar sürer. Bizimki uzun sürdü. Hep bir şeyler olacak diyordum. Hayat bu kadar iyi gidemez, diyordum. Ama böylesini tahmin etmedim. Ben çok şey yaşadım, herşeye alıştım sanıyordum ama bu olay kadar beni etkileyen başka bir şey hatırlamıyorum. En temiz şeyimizi kirlettiler. Sanki bebeğimizi öldürdüler. Ne korkunç bir hayat! Sen iyi bir şey de yapsan, kirletiyorlar. Kaçamıyorsun, kurtulamıyorsun. Çok korktum.”

Evet, bana bunları söyleyen travesti arkadaşımın çalışma ve yaşam koşulları ölümün kıyısındaydı. Bir gece yarısı E5’te, ya da başka bir yerde, bıçak darbesiyle ölebilirdi ve oracıkta kalırdı. Buna rağmen, travesti arkadaşlarım beni hiç yalnız bırakmadı. Sadece onlar mı? Sokak Sanatçıları Atölyesinin en aktif çalışanları olan sokak çocukları ilk duruşmadan itibaren mahkemeye hep geldiler. Bu, onlar için hiç de kolay değildi. Sürekli kimvurduya giden çocuklar, tıpkı travestiler gibi en çok polisten kaçıyorlar. Buna rağmen, emniyetin suçladığı bir olayda benim tanığım oldular, "Pınar abla oraya tiner bile sokmazdı" dediler. Ben onlara “mahkemeye gelmesinler” diye haber yolluyordum. Çünkü bu nedenle cezalandırılacaklarından korkuyordum. Ama beni dinlemediler. Aslında sadece beni değil, atölyelerini savundular. Orada yarattığımız sevginin kirletilmemesi için ellerinden geleni yaptılar. Sevgimiz kirlenmedi ama atölyemiz dağıldı.

Mısır Çarşısı komplosu en çok neye zarar verdi diye düşünüyorum. En güzel yıllarıma mı, geleceğime mi? Öncelikle bu komplo, annemin hayatına mal oldu. İkincisi Sokak Sanatçıları Atölyesini öyle bir tuz buz etti ki artık tamir edilmesi imkânsız...

Bu çocuklar insanlar tarafından kötü çocuk, tinerci çocuk olarak algılanıyor? Sorunun bu hâle gelmesinde kimler sorumlu? Suçu sadece devlette aramak ve çözüm içinde sadece devletin bir şeyler yapmasını beklemek ne kadar tutarlı?

Devlet değil sadece, insanları çöpe atan toplum. İç içe geçen toplumsal iktidar ilişkileri, insanı yok eden tahakküm ve şiddet mekanizmaları olduğu sürece, zayıf olanlar, farklı olanlar, bu sisteme uymayanlar çöpe atılacak, dışlanacak. O yüzden özgürlük için, sevgi için, güzel ve mutlu bir yaşam için bu mekanizmalara karşı mücadele etmekten başka çare yok.

Eğer bir gün Türkiye'ye dönersen sokakta yaşayan çocuklar ile ilgili çalışmalar yapmayı düşünüyor musun? Çalışmalara nereden başlar ve nasıl devam ettirirsin?

Bilmiyorum. Bir kumpanya kurmak hayalim var. Sadece sokakta yaşayan çocuklar için değil. Onları hayattan, karşılaştıkları insanlardan soyutlayarak değil. Ama böyle bir gücüm var mı, aynı doğallıkta yeniden başlayabilir miyim, bilmiyorum. Zaman gösterecek…

Bu konuda çalışma yapmak isteyen ya da yapan okuyuculara neler tavsiye edersin?

Sokakta yaşayan insanlara bir proje gözüyle bakmamaları, bu karşılaşmadan ortak ne çıkabilir, ne paylaşabilir, karşılıklı deneyimler neye evrilebilir gibi sorular sormaları. Biz insanlar her şeyi, kendimizden farklı olanları düzenlemek, biçim vermek istiyoruz. Onun yerine birlikte ne öğrenilebilir, ne yaratılabilir, farklı deneyimler hangi kapıları açabilir, bakmak, beklemek, sabretmek lazım.

Benim için önemli olan bir soruyu size de sormak istiyorum,en son ne zaman ve ne için ağladınız hatırlıyor musun?

Birkaç gün önce ağladım. Annemin fotoğrafına bakarak.

Sevginin sizin için ayrı bir yeri var. Hayatında sevginin konumu nedir? Sevgin seni üretiyor mu?

Şanslıyım ben. Öyle insanların arasında büyüdüm ki saygı ve sevgiyle beslendim hem. Sevmeyi ve saygı duymayı öğrendim, ya da buna alıştım. Kendinden bağımsız bir varlığın varoluşundan heyecan duymak ve o varoluşa saygı duymak insanı büyüten hisler. Büyüten ve mutlu eden.

Çoğu insan hayatı sevmede aşırıya kaçıyor; yani hayat sevgileri zehirli sevgi? Ve hayatı kutsadıklarından ölümü sanki korkulacak ürkütücü bir şey olarak görüyorlar? Sana göre ölüm nedir hayatı sevmek ölümden korkmayı gerektirir mi?

Gerektirip gerektirmediğini bilmiyorum. Ama ölüm güzel değil. Kabullenmek de kolay değil. Acı dolu bir şey. Annemin gidişine hala alışamadım. Hiçbir cümle, hiçbir tevekkül yetmiyor. Ölüm bana ürkütücü gelmiyor ama istemiyorum gitmek. Sevdiklerimin gitmesini düşünmek bile istemiyorum. Zehirli mi bu?

Peki ölünce ne olmak isterdin?

Aşk perisi.

"Özgür, ahlaklı, mutlu bir yaşam nasıl mümkün olabilir sorusu, çocukluğumdan beri beni meşgul ediyordu.Bu sorulara yanıt bulmak, toplumu, kendimi anlamak ve özgürlük alanımı genişletmek için sosyoloji okudum" demiştiniz? Bu sorunlara sosyoloji ne derece cevap verdi ? Böyle bir yaşam için, başka şeylere de ihtiyaç duydun mu?

Verir mi hiç? Vermedi tabii. Sosyoloji bilgisi işlerimi çok kolaylaştırdı ama yetmedi. Üniversiteye kapanmadım ben. Tüm ifade, söyleme biçimlerini anlamaya çalıştım. Bilim bir yanda, felsefe bir yanda, sanat bir yanda, edebiyat bir yanda… sessizlik ve bakışlar bir yanda. Ordan oraya yolculuk içinde, gezginler gibi aradım sorularıma cevap. Pek çoğunu buldum, ama yenileri çıkıyor. Bitmiyor arayış.

Kitabında "Ben bunlarla ne yapacağım diye didinirken, “bir bebekten katil yapan zihniyeti” sorgulama çağrısıyla başladı yolculuğum. Bu “katile”, bu “erkeğe”, bu “çocuğa” feminizmin penceresinden bakmak istedim” ve bir röportajnızda da “Kadına yönelik şiddet” bence bir “kadın sorunu” değil, erkek sorunudur.” diyorsunuz?Bu sorunlara neden 'insan penceresinden' değilde; 'kadın penceresinden' bakmayı tercih ediyorsun? Mesela "kadına yönelik şiddet"neden insanlık sorunu değilde erkek sorunu?

Ben bu sorunu cinsiyetçilik sorunu ya da diğer deyişle patriarka sorunu olarak ifade ediyorum. Kadınlar bu sistemin en temel mağduru. Ama mağduriyet kadının doğasına özgü bir sorun değil. Cinsiyet farklılığının bir tahakküm alanı haline gelmesiyle ilgili bir durum. Erkekler, ezen taraf olarak kendi içlerinde ya da kurdukları sistemle ilişkilerinde bu sistemin mağduru olabiliyorlar. Yani egemenlik konumunu çok şizofrenik bir biçimde yaşıyorlar. Ama egemenlik konumlarından sonuna kadar yararlanıyorlar. Bu iktidar ilişkisinin mekanizmalarını, öznelliklerini çözmeden kadına yönelik şiddeti anlamamız çok zor.

Masalların hayatında önemli bir yeri var.Sanırım masallarını mutlu sonla bitirmeye çalışıyorsun.Sana göre mutluluğunun bir sınırı var mı?

Bilmem. Mutluyken bu sınırları düşünmüyorsunuz pek. Ama bu sınırlar sizin sevme kapasitenize, kendinizle ve başkalarıyla kurduğunuz ilişkinin sınırlarına göre belirleniyor. Yani sınırsız bir mutluluk mümkün bence.

Çok sevdiğim bir sözünüz var: "Gözümü yumup mutsuz olmamak için gözlerimi açıp acı çekiyorum" diyorsunuz. Hayatınızda hiç mutluluğun acısını hissettiniz mi?

Hissettim tabii. Hissetmez miyim? Hep mutlu bir kadın oldum, kendimi mutsuz hissettiğim bir anı hatırlamıyorum. Ama acı dolu bir hayatım oldu. Bazen bu acıyla baş etmek çok zor oluyor ama altından kalkıyorsunuz bir şekildi. Annemi çok seviyorum. Ona olan sevgim beni çok mutlu ediyor. Gittiğinde, onu kaybettiğimde çok acı çektim. Hala da çekiyorum. Ama çekeceğim, başka yolu yok. Sevginin, mutluluğun bedeli bu.


PINAR SELEK KİMDİR?

Sosyolog, araştırmacı ve yazar. 1971 İstanbul doğumlu Pınar Selek, Notre dame De Sion Lisesinde ortaöğretimini tamamladı. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümünü birincilikle bitirdi. Aynı üniversitede sosyoloji yüksek lisansını tamamladı. Fransa’da Sophiantipolis UDEL Üniversitesinde ekonomi-politik dersleri aldı. Halen Strasbourg Üniversitesinde Siyaset Bilimi alanında doktora çalışmasını sürdürmektedir. Dışlananların ve birbirini dışlayanların ortak atölyesi olan “Sokak Sanatçıları Atölyesi”nin kuruluşuna öncülük eden Selek, Amargi Kadın Dayanışma Kooperatifi kurucularından ve aktivistlerindendir. Barış ve İnsan Hakları’yla ilgili çalışan birçok STK ve harekete destek vermektedir. Ayrıca Amargi Feminist Teori Dergisi editörlüğünü yapmaktadır. Çeşitli dergilerde makaleleri yayınlanan ve bir dönem Özgür Gündem gazetesinde köşe yazarlığı yapan Selek'in EZLN Zapatist hareketin bildirileri ve Marcos'un mektuplarından oluşan “Ya Basta! Artık Yeter” adlı çeviri/derleme çalışması 1996 yılında Belge Yayınları'ndan; Ülker Sokak'ta travesti ve transseksüellerin dışlanmasını konu alan “Maskeler, Süvariler, Gacılar” adlı araştırması 2001 yılında Aykırı Yayınları’ndan; barış mücadelesinin ve genel anlamda tüm sol muhalefetin yaşadığı sorunların da ele alındığı "Barışamadık" kitabı 2004 yılında İthaki Yayınları’ndan; farklı sosyal koşullardan çok sayıda erkeğin askerlik deneyimleri hakkındaki anlatımlarına dayanan araştırması “Sürüne Sürüne Erkek Olmak” kitabı 2008 yılında İletişim Yayınları’ndan çıktı. Bu kitabın Almanca çevirisi, 2009 yılında Orlanda Yayınevi'nden çıktı. Selek, aynı zamanda masal kitaplarıyla da tanınmaktadır: Su Damlası (Özyürek,2008), Siyah Pelerinli Kız (Şahmaran, 2009), Yeşil Kız (Özyürek, 2010)
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Pınar Selek
Mahkeme Süreci Court Process